22 Aralık 2008 Pazartesi

Bölüm-4, "Aslında"


En son bu yazı dizim için okuyucu önerisi alacağımı söylemiştim göbüşlerim. İnanın bana bu konuda o kadar çok öneri geldi ki; postahanem doldu, sistem kilitlendi musaf çarpsın. Hepinize gösterdiğiniz yoğun ilgiden ötürü teşekkür ediyorum. (Götler!) Şaka bir yana bir-iki öneri geldi. En şahanesi de Sercan arkadaştan gelen "Coğrafi Keşifler" önerisiydi. Yakın zamanda sınıfta ilgili bir sunum da yaptığımızdan hayır diyemedim açıkçası. (Kolayıma geldi diyemiyorum işte siz anlayın)

O halde hemen Cristoavo Colombus İle başlayalım. Bizim dilimizin döndüğü şekliyle sevgili Kristof abi aslen Kahramanmaraşlı bir delikanlıdır. Ancak üç yaşındayken babasının dükkanı kapatmak zorunda kalmasıyla Cenova'ya göçmüşlerdir. (Oha!)

Öhöm. Neyse efenim. Kristof aslen Cenovalı bir denizciydi. Kendisi kâşif olarak Hindistan'a giden yeni bir yol ararkense kesinlikle İspanyol koruması altındaydı. İtalyan kökenli bu abimiz, Cenova lehçesinde İtalyanca konuşabiliyor. Latince ve Yunanca'yı feriştahından daha iyi biliyor ve de en az Julio Iglesias kadar iyi İspanyolca bozlak okuyabiliyordu. Amerika kıtasının sayesinde keşfedilen ilk parçası San Salvador'a (ki bu ismi de bu adaya O vermiştir) ayak bastığında ondan kralı yoktu şu koca dünyada. Ama-lâkin kendisi baştan kaybetmiş bir isimdi. Yaşadığı ilk talihsizlik, Hindistan sandığı toprakların aslında Hindistan olmamasıydı. ikincisi ise yepyeni bir kıta keşfettiğini asla anlayamamış olmasıydı. Yıllar sonra, sefalet içinde ölürken bile yeni bir kıtaya ayak bastığının bilincinde değildi. Zaten bunu biliyor olsaydı da, Yüce Rabbımın katında Emerikiyye'yi keşf idmenin bir gıymatı olmadığını cayır cayır yanarkene kavrayacaktı. (Yönetmen arkadaşımdan rica ediyorum, tam bu kısım için fona Yusuf abimizden Seal of the Prophets'i koysun) Amerika'yı ise nihayet Amerigo Vespucci denen dallama keşfetti. Hiç kimse bana "dallama" dedim diye Vespucci'yi savunmaya kalkmasın arkadaş! Kalbini kırarım.

O değil de (Okuyucuya ev ödevi: Dünyanın en gereksiz kelime öbeklerinden birisi olarak "O değil de"), Amerika kıtasını ilk keşfeden batılı kâşif ne Vespucci'ydi, ne de Colomb. Daha 9.yy'da Vikingler, Kuzey Amerika kıyılarına babalarının Karaburun'daki yazlığına gider gibi gidiyor, yağmanın da anuna koyuyorlardı. Yeni bir kıtaya ayak bastığının ilk kez farkına varan adam olarak da 11.yy'daki Viking denizcilerinden Leif Ericsson gösterilebilir. Ancak kendisi ne astronomdur, ne de kâşiftir. Dolayısıyla onun için önemli olan daha çok ticaret, daha çok yağma ve daha çok paradır dostlar. Ayrıca Ortaçağ Avrupa'sının o yıllarda henüz Atlantiğe ulaşamadığını ve bu işlerle pek ilgilenmediklerini düşünürsek, neden Yeni Dünya'nın keşfini Colomb ve Vespucci'ye atfettiğimizi de anlayabiliriz. Pek tabi Avrupamerkezciliği de unutmamak gerek...

Ulan amma Amerika'dan bahsettik be abicim. Ümit Burnu'na gelesim var artıkın. Bartolomeu Dias abimiz 1488'de yaklaşık bir yıllık bir seyahat neticesinde Afrika'nın en güney ucuna varmış idi. Zavallımın sefer boyunca başı dertten kurtulmamıştı be dostlar. Talihsiz adamdı bizim Barthy. Ne zaman yola çıksa fırtınalar kopuyor, şimşekler çakıyordu. Bir tufan bir tufan! Böylesine bir yolculuktan sonra nihayet o en güney uca varmıştı işte. Ancak kıyıya kendini zor atabilmişti. Fırtına yüzünden bir iki gemisi denizin dibini boylamış, bir sürü denizcisi can vermişti. Portekiz kralı kendisine; "Valla baboş gidebildiğin yere kadar git. Baktın yolu buldun, Deniz de keka. Al boşa, Hindistan'a kadar sallandır gitsin hocu" diye tembihte bulunmuştu. Ancak hiç de öyle olmamıştı. Kendisi bugün Ümit Burnu olarak bildiğimiz yere "Fırtınalar Burnu" adını verdi. Daha sonra geri dönüzledi. Kralsa nedense bu ismi s.kindirik buldu ve denizciler işkillenmesin diye adını "Ümit Burnu" olarak değiştirdi. Dias da 1500 yılında yine Ümit Burnu civarında hamsi avlarken yakalandığı bir fırtınada bu kez denizin dibini boylayarak, hidayete erişti. (Adeeaaletin bu mu dünyaağ !?!)

Macellan'ı da anarak bu bölümü bitirelim caneşler. Dünyanın koca bir "yuvarlak" olduğunu düşünen bu dayı da, iddiasını kanıtlamak için sürekli olarak batıya dek giderek başladığı yere dönme amacıyla 1519'da yola çıkmış idi. Filipinler'de de yerlilerle girdiği bir savaşta öldüydü bildiğiniz gibi. Neyse ki seyahatini İkinci Kaptan Del Cano tamamlamış ve yerkürenin en nihayetinde "Big Gay Joe" dan farksız olduğunu ispatlamıştı. Magellan ile ilgili verilecek en önemli ayrıntılardan birisi de, Büyük Okyanus'a "Pasific" adını veren kişi olmasıdır kuşkusuz. Dias'ın aksine doğuştan ballı bir piç olan Maco, koskoca Büyük Okyanusu geçerken bir gün olsun lodos çıkmamıştır yahu. Çarşaf ayarında seyreden deniz neticesinde bu okyanusa "pasif-sakin" anlamına gelen o malum ismi vermiştir. Aha da bu kadar.

Ben de ufaktan kaçayım artık şojikler, vallahi sabahları kalkmaz oldum. Ben gelmeeeez oldum. Ben gelmeeez ooolduuuum. Ben gelmeeez ooolduuum dırı nım nım dırınınınım.

12 Aralık 2008 Cuma

Bilir misiniz dostlar?


Dostlar bilir misiniz? İçimden gelmeyen bir şeyi yapmam. Yapıyorsam eğer, o an bambaşka birisi olmuşumdur. Yani ben istemeye istemeye bir işi yaparken yanıma gelip naber derseniz, ters bir şeyler söyleyebilirim, alınmayın. Çünkü diyorum ya başka birisi oluyorum öyle zamanlarda...

Bilir misiniz dostlar? Klişelerden herkes kadar haz etmem. Ama klişelerin hası da bendedir. Neden böyle oluyor peki diyeceksiniz. Vallahi arada ben de soruyorum kendime? Niye dönüp dolaşıp hep aynı kelimeleri kullandığımı. Statikliğe nefret kusup değişimi överken, neden hep aynı tarz giyinip, aynı şeyleri yaptığımı ben de sorguluyorum. Sonradan fark ettim de, kendime haksızlık ediyorum be. Dünya bile hep aynı eksende dönüp duruyor (Ooo şuna da bakın. Varoş genci atasözcülüğüne bile başlıyorum). Söyleyin de kendine başka bi yıldız bulsun. Yapar mı, yapmaz ibne. Güneş de güneş. Al işte...

Bilir misiniz dostlar? Gecenin en soğuk olduğu anlar, güneş doğmadan hemen önceki anlardır. İşte ben, bu gerçeğe inana inana hamama dahi gitsem, saat sabahın 5'ini buldu mu, terlemem. Üşürüm! İster sobayı yakayım, ister kat kat yorgana sarınayım. Sabahın 5'ini görünce gün, etraf buz keser arkadaş. Elleri geçtim, eldivenler üşür.

Sizin hiç tanımlanamayan hastalıklarınız oldu mu çocuklar? Benim oldu. Ama inanın benim şanssızlığımdan değil, tıbbın gerzekliğinden. Pozitivistlerin işe yaramaz adamlar olduklarını biliyordum da, Hipokrat'ın kemiklerini sızlatacak kadar mal olduklarını inanın bilmiyordum dostlar. Vasiyetimdir, genç yaşta kalpten malpten gidersem, yaşadıklarımın takipçisi olun. Otopsi isteyin ve tıp dünyasına aman vermeyin. Ta ki aslolanın, kanıt olmadan da bir şeyin var olabileceğini düşünebilmek olduğunu anlayıncaya kadar. (Bugün şaka yapmamaya karar verdim. O yüzden sırıtmayın) Bilir misiniz dostlar? Allah'a inanırım. Umuyorum O da bana inanıyordur. Zira önemli olan da bu. Bana bakın. Aranızda benim gerçekten iyi biri olduğumu düşünmeyen varsa, sorduklarında "iyi bilirdik" demesin. Rüyasına girer, "yalancı ibne!" diye kulağının dibinde bağırırım. (Yalnız onun dışında iyi bi ruh olacağıma emin olabilirsiniz.) Bu arada dedem hurilerin varlığı konusunda kesinlikle iddialı. Sabah ezanı kaçtaydı be hocu? (Ulan bakın dayanamayıp yine şaka yaptım)

Arkadaşlar... Bilir misiniz? Sabahın köründe çok acıkmaya başladım. Akabinde kapkara hava inceden siyaha çalan mora kesmeye başladı. Anlayacağınız uyku vakti. Yoksa donacağım makinenin başında. Selametle bayanlar baylar...

6 Aralık 2008 Cumartesi

Oha!


Salamın aleyki!

Size bu hafta oha dedirtecek olaylardan bahsedeceğim arkadaşlar. Herkes aynı tepkiyi verir mi vermez mi bilinmez tabii ama ben şöyle okkalı bi "oha!" derim kimi olaylar karşısında. Yetmedi genç ergenlerimizin deyişiyle "Yuh anuna koyin!" derim.

Dakikalarca yazar insan. Az gider uz gider, paragraf-sütun düz gider. Yazdıkça yazar. Sonra bir de bakar ki, aslında anlatmak istediği konudan bambaşka şeyler anlatmış. Ya da aslında bi skim anlatamamış çok afedersiniz. İşte tam bu noktada iki tür yazarın olduğunu görürüz.

Birinci tür yazar, yazdıklarına kıyamayıp bir şekilde anlattıklarıyla asıl anlatmak istediğini bağlar. Allayıp pullar, bir güzel tuzlayıp servis eder yemeğini. Kimisi bu konuda hakikaten yeteneklidir de.

İkinci tür yazar ise "oha ben ne yapmışım lan" deyip yazdıklarını bir hışımda siler, beyin kıvrımlarını dakikalarca neden boşa zorladığını düşünmeksizin yeniden yazmaya karar verir. İşte ben bu ikinci tür yazara "oha!" derim arkadaş. Birinci tür yazara da kısaca "Karaktersiz ibne!" der, dayak yemeden hemen vınn turizm.

Emekli bir babaya sahipseniz yazık size. Baba sabah kalkıp kahvaltısını ettikten hemen sonra, küçük çapta bir sanayi sitesine çevirdiği arka balkona gider. Çeşitli tamirat faaliyetlerine girişir ve bütün bunları yaparken olabildiğince gürültü çıkarır, etrafı kirletir ve orasına burasına zarar verir. Annenin çığırışları, fırça yiyen babanın huysuzlanmalarına karışır. Çırak olarak alıkonulan üniversite öğrencisi ise içinde bulunduğu komik durumun dumurunu yaşamaktadır. Babaysa tam bir eylem adamıdır. Onun için tamirat asla bitmez. Tamirat biterse imalat başlar. Saatlere kayış, kapılara anahtar, duvarlara tırnak imâl eder. İşte ben, ortaya çıkan bu yeni türe "Homo Sapiens Mütekayyidus Mechanicum" adını verdim ve bol bol "oha!" dedim.

Abimin ve kız arkadaşımın iki adet peluş hayvanının olması. Bu hayvanlardan birisinin "mamut" ve adının da Mahmut olması. Diğer hayvanın bir tavşan ve isminin de tam olarak "Tursun" olması. Tavşanın ne Lazlıkla ne de tarihçi Tursun Bey'le alakasının olmaması. Abim ve kız arkadaşının şu an Bangkok'ta olmalarına rağmen bu iki yezidin benim odamda ikamet etmeleri. Benim tavşana üvey evlat muamelesi yapmam. Mahmut'u monitörün (Mülayim) üzerine koymam. Bunları yazarken yan taraftaki televizyonda cıbırdayan Rıdvan Dilmen'in oyunu rakip sahaya hapsetmekten bahsetmesi. Satırlardır fuzuli bilgileri harmanlamam, meğersem sarısından yemem, meğersem mal olmam. Oha bile diyememem...

Dostlar öyle günler geçiyor ki ne siz sorun ne ben söyleyeyim. İş yok güç yok. Okula da bi-iki gün gidiyoruz zaten. Bu beşinci sene tam anlamıyla gereksiz bir sene. Haybeye harç parası, haybeye masraf. Ne çalışıp para kazanmak için süre var, ne de tam manasıyla bir öğrencilik hissiyatı. Arada kalmış mânâsız bir zaman dilimi ve KPSS'ye odaklanabilme çabaları... Geç yatıyor, geç kalkıyorum. Göbek büyütmeye de başladım. Öğretmenlik için her şey hazır anlayacağınız. İcraat yoksunluğu ve beyin aktivitesi eksikliğinden mallaşmaya muktedir bir beyin, bir adet oluşma sürecindeki göbek ve sakal bırakılamayacağından mütevellit sığınma kapısı haline gelecek potansiyel bir bıyık. İşte bir milli eğitim neferi. İnşallah beynim yıkanıp faşizan duygulara, orta-yolcu liboşlara falan kapılmam. Bekle beni Şırnak, cevval tarih öğretmenin geliyor. (Ağzımdan kasırga alsın, New Orleans'a götürsün)

Not: Tarih temalı yazı dizim olan "Aslında" için bundan kelli okuyucu tavsiyelerine de açığım sevgili dostlar. Bir sonraki Aslında'da okuyucu önerisine göre konu belirleyeceğim. Kaşlarınızdan öperim! Güzide kalın...

24 Kasım 2008 Pazartesi

Yazacak Konu Bulamamak

Yalan, külliyen yalan!

Dostlar hiç konu biter mi? Yazacak çok şey var elbette. Aklımıza gelen her şey hakkında yazabiliriz. Hiçbir şey hakkında bile sayfalar dökeyim size. Yeter ki siz isteyin. Bilirsiniz gözümü bile kırpmam söz konusu siz olunca. Sizin mutluluğunuz için atmadığım takla kaldı mı deyin hele bana? Bu arada aklımda ne zamandır, içimde kalmasın söyleyeyim. Nedense ne zaman sizden bahsettiğimde sizin asla olmadığınız kanısına kapılıyorum biliyor musunuz? "Niye ki lan?" diye hiç sormayın. Okuyup okuyup "Oo abicim ne güzel yazmışsın, vay şahane olmuş" diye mailler atıyor, mektuplar yolluyor, telgraflar çekiyorsunuz. Şişe içinde "On numara olmuş hacı!" diye mektup bile buldum kordonboyunda. Ama gelin görün ki blog üzerinde yorum yapmaya gelince kimseden ses çıkmıyor. İnanın sebebini bilmiyorum dostlar. Yani iki gören-gülen göz orada arada sırada tırt da olsa yorum görmek istiyor bildiniz mi? Hani çok yalnızım be moduna da hiç girmeyeyim diyorum ama... Ulan illa kömür yardımı mı yapmak gerek be!

Neyse efendim neyse. Ben nelerden bahsediyordum bakın sizin yüzünüzden (Bayılırım bok atmaya) konu nerelere geldi. Zaten blog da iyice günlüğe döndü bu yazıyla. Bi laubalileşti, kendini bozdu falan. Ben de mallaşıyor muyum ne? (Aman annem deyin. Ağzından yel alsın çocum deyin.)

Bugün sevdiceğimi de aldım yanıma bir güzel sinema keyfi yaptım üzerinize afiyet. "Mustafa" deyi bi film var dedilerdi. Ermeni dölü, Yahudi dönmesi herifin biri belgesel mi yapmış ne. Atatürk'ü karalıyormuş film. Öyle bişey işte. Ben de gideyim de, izliyip izliyip bi bok anlamıyım, sonra da adeta bir öküzcesine, adeta .rrrruspu çocuğuymuşcasına Can Dündar'a hakaretler edip ortalığa mallık kusayım, ne kadar zeka yoksunu bir saman balyası olduğumu insanlara belli edeyim dedimdi. Amacıma başta salladığım Ermeni dölü ve Yahudi dönmesi kelimeleriyle ulaştığımı düşünüyorum. Zira benim gibi bir dallama için bu iki kavram da hakaretle bir. Neyse ne kadar beyinsiz biri olduğumu anlamışsınızdır herhalde. (Merak edenler için söyleyeyim, film hakkında yapacağım tek bir eleştiri var: Gök gürültüsü şimşekten bir-iki saniye sonra gelir yahu.)

İş arayan işsiz kadın! Nerede "800 ytl aylık maaş. Vasıfsız kadın eleman. Esnek çalışma saatleri" yazılarını bir arada gördün, görmekle yetin. Yok ben illa işi istiyorum dersen bari bir-iki milyar para iste.

Bu oldu: Abim sonunda yurt dışına çıktı. Yıllardır başka bir ülke tanımanın hayalini hep içinde taşıyoru zaten kendisi. Hüzünlü bir ukdeydi belki bu, belki umutlu bir heyecan. Yalnız ilk yurt dışı deneyiminde de insan, Tayland'a gitmez ki be adam !? Efendim kendisiyle en son konuştugumuzda Bangkok sokaklarında kızarmış çekirge yiyordu. Vallahi bu dünya çok ilginç bi yer dostlar. Yarın bir gün nerede olacağımız, ne yapacağımız inanın belli değil. Her an Serengheti'de aslan peşindeki bi belgeselci olabilirim, götümü leoparlara falan kaptırabilirim korkusuyla yaşamak istemiyorum ben artık.

Son olarak şuursuz külhanbeyliği edasına hâsıl olma arzusundayım. Yedinci ayı geride bıraktığım birtaneciğimin kulakları çınlasın. "Seviyorum hüleeaaağn!"

On numara insanlar, arkadaşlarım. Sevdim sizi bir kere, başkalarını da severim. Deli diyorlar bana, desinler değişirim.

17 Ekim 2008 Cuma

Bölüm-3, "Aslında"

Uzun yıllar boyunca tarihle iştigal eden zatlar, kahramanları yaşananların en büyük aktörleri, tarihe yön veren esas adamlar olarak işlediler. Kahvedeki arkadaşlarla da sık sık bu konuyu münazara ediyoruz. Ne zaman tarih desem, amcamın biri; "He ya! Fatih Sultan Mehmet!" diyiveriyor hemen. Amcam elbette haklı. Yaşamı boyunca ona Dede Korkut Hikayelerinden Boğaçanlar, Deli Dumrullar anlatıldı. Yaşı ilerleyedursun televizyonda Kara Muratlar'ın, Battal Gazi'lerin tek başlarına üç beş kale fethettiğine şahit oldu. Elbette tarih lafı ile bir "kahramanı" özdeşleştirmesi normal.

Peki ama kimdi bu kahramanlar? Aslında nasıl insanlardı? Ne yer ne içerlerdi? İşten sonra hankısı eve döner, hankısı kaaveye takılırdı? O halde tarihe malolmuş iki abimizden başlayalım derim ben işe.

Battal Gazi... Heey gidi şanlı silahşör! Onu ya dedelerimizin anlatılarından ya da efsanevi dille yazılmış tarihi romanlardan biliriz. Amma ve lakin en çok da Cüneyt Arkın'ın çevirdiği filmlerden tanırız O'nu. İki neslin çocukluğu ve gençliği Battal Gazi namına yapılmış Cüneyt abi filmleriyle geçti. Üçüncü bir neslinki de izleyebildikleri oranda öyle geçiyor yine. Battal abi surlardan surlara atlıyor, tek bir okla üç Bizanslıyı attan indiriyor, Savurduğu kılıç darbeleriyle en az on kadar askeri mundar ediyordu. Elleriyle demirleri büküyor, yeri geldiğinde görmeyen gözlerle saç telini oku yardımıyla ortadan ikiye ayırıyordu. Tüm bunları yaparken de gavur prenseslerini odalarında ziyaret edip düdüklemekten de geri durmuyordu. Yani anlayacağınız on parmagında on marifet! O'nu hep büyük bir Türk savaşçı olarak bildik biz. Türk milleti adına tek başına kaleler fethettiği yetmediği gibi bir de cinsel yolla asimilasyon faaliyetlerine girişiyordu bu vatan evladı serdarımız! Catherina'ları Fatma Hatun yapıyor, Hellen'leri beş dakikada Emine'ye çeviriyordu. Böylesine kendini milletine ve milletinin çoğalmasına adamıştı bu gözü pek adam. Zaten bütün bunları tek başına ancak bir Türk yapabilirdi (!)

Peki Battal Gazi gerçekte kimdi? Battal Gazi aslında bir Arap'tır yiğitler. Bizans'ın hakimiyetini kaybetmeye başladığı, Türklerin Orta Asya ve Maveraünnehir'in anuna koymaya başladığı yıllarda, Emeviler himayesinde bir "gâzi savaşçı"ydı Battal. Araplar askeri teşkilatı bildiğiniz üzere Çerkezler ve Türkler üzerine oturtmuştu. Çok az sayıda Arap asker bulunuyordu. Bu Arap askerler de özel statülü "gâzi"lerdi. Gâziler sayı olarak azdılar ancak hem askeri hem de sosyal açıdan daha "elit" bir grubun temsilcileriydiler. Gözü pek savaşçılardı. Battal Gâzi de işte bu savaşçılardan birisiydi. Yalnız sanmayınız ki Battal Gazi'yi sahiplenen tek millet biziz. Bizim nasıl romanlarımızda, filmlerimizde bu adam Türk'müş gibi geçiyorsa, Bizanslılar da Battal Gazi'nin aslında Bizanslı bir şovalye olduğunu iddia ediyorlardı. Hala öyle olduğunu iddia eden Yunanlı arkadaşlar bulursunuz pek rahat.

Batı'da "Saladin" diye nam salmış büyük kumandan; Selahaddin Eyyubi. Belki de Müslüman aleminin gördüğü en büyük lider ve savaşçı. Askeri bir deha olduğu kadar merhametli ve âdil bir yönetici. Her şeyden evvel bir insan. Bildiğimiz gibi tarih kitaplarımız Selahaddin'den hep bir Türk büyüğü olarak bahseder. Son yıllarda da özellikle Kuzey Irak'taki Kürt siyasi yapısı ve bölge insanı da onu büyük bir Kürt olarak görmeye başlamıştır. Hatta bölgelerindeki paralarda kendisinin bir adet resmi vardır. Araplar da "hadi ordan ibişler!" mottolarıyla Eyyubi'nin bir Arap olduğunu iddia ederler. İşin aslı şudur ki, Selahaddin ne Kürt'tür, ne Türk, ne de Arap. Çok daha dogrusu bunların hepsidir. 12.yy'da bugünkü manada bir millet algısından bahsetmek ancak Mars'ta açan karanfillerden bahsetmek kadar mantıklı olacaktır. Dolayısıyla Eyyubi'nin ne olduğunu sorgularken cevap olarak bir "ırk" ismi vermek o dönem şeraiti itibariyle çok fazla zorlama olur. İşin özünde Selahaddin şudur: Babası bir Kürt'tür. Annesi bir Türk'tür. Ancak Selahaddin ne Kürtçe'yi ne de Türkçe'yi doğru dürüst konuşabilmektedir. Kendisinin en iyi bildiği ve içinden doğup geldiği kültür Arap kültürüdür. Zira hayatı Arap coğrafyasında geçmiştir. İlla ki "kimdir bu amca?" diye sorarsak rahatlıkla "Müslüman bir komutandır" diyebiliriz. Çünkü kendisi için ancak bu anlamlı bir bütünlüktür. O döneme geri dönüp de hacı sen Kürt müsün Türk mü diye sorsaydık, adam anlamsız gözlerle bize bakıp, bir iki saniyede "Ne diyo lan bu godoşlar? Askere alın ibneleri..." tepkisini verecekti.


BONUS:
Spartachus Illiria'lıdır. (Illiria didikleri yer bugünkü Adriyatik kıyıları oliyü)
Sokollu Mehmed Paşa Sırbistanlıdır.
Mimar Sinan Kayserilidir.
Oturan Boğa Minnessotalıdır(Aslen Malatya-Erguvanlı bi Türk evladıdır.)
Yüzbaşı Tommiks Tepeciklidir. (Aslen Bulgaristan göçmenidir)
Fatih Terim Adanalıdır. (Aslen de Adanalıdır ?!?)

15 Ekim 2008 Çarşamba

Küresel Mâli Kriz, Annelerimizin Altın Günlerinin Bir Sonucudur!




Yine ne saçmalıyor bu herif diye celallenmeyin hemen. Ben boş yere konuşmam dostlar. Gerçi celallenseniz kaç yazar be? Blogu okuyan hepi topu on-onbeş kişisiniz. Birleşseniz danaya bile giremezsiniz ibişler!

Neyse efenim, ortalık kurbanlık et kokmaya başlamadan ben konuya gireyim diyorum. Biliyorsunuz yakın zamanda nurtopu gibi bir küresel mâli krizimiz oldu. Gapitalist dünya böylesine büyük bir ekonomik krizle ilk kez boğuşmaya başlayalı tam 79 yıl olduydu. 1929'da kapitalizm ilk muazzam düğümlerinden birini yaşamış, Dow Jones dibi bulmuş, Capon Yeni mahvolmuş, Nijerya sizlere zenciydi... Aradan geçen onca yıldan sonra dünya ekonomisi yine büyük bir çıkmazın içine girdi. Yatırımlar azaldı, gelir-gider dengesi alt üst oldu, para sirkülasyonu mokarladı, bankalar acınacak hale geldi. Emerikiye'den İnkilistere'ye kadar devlet kendi eliyle piyasalara para bıraktı, bankalara el koydu vesaire. Eeee zamanında Marx amca dediydi, "Kapitalizm kendi kendini yiyerek bitirecektir" deyü. Söz dinleyen nerdee?..

Peki nedir bu krizin nedeni? Nereden çıktı şimdi bu çıkmaz? (Çıkan çıkmaz çakar çakmaz)
Pek tabi anne günlerinden dostlar!

Hangimizin annesi yoktur ki, hayatında en az bir dönem altın gününe, para gününe iştirak etmesin. Hangimiz yoktur ki, bu günlerde komşu çocuklarıyla böreklere, çöreklere, pudra şekerlerine yumulup evin altını üstüne getirmemiş olalım. O anne günlerinde ne altınlar, ne paralar dönüzlüyor şöyle bir hayal edin. Yalnızca orta gelirli ve kalburüstü (ki kalburüstünden kastım krem - karamellerin bir bilemedin iki alt kademesi oliyür) takımın teyzelerinin günlerini düşündüğümüzde bile ortaya devasa rakamlar çıkıyor. Çeyrek altının fiyatı 66 ytl. 10 katlı bir apartumanda her katta 4 dairenin olduğunu varsayarsak ve yaklaşık 40 kadar teyzenin iki haftada bir güne iştirak ettiğini kabul edersek bu bir ayda 5280 ytl'ye karşılık geliyor kardeşler. Altınların yarım altın oldugunu düşünürsek bu sayı 10560 ytl'ye denk geliyor. Kabaca 10.000 ytl yalnızca bir apartımanın bir aylık "gün" hasılatı lan! Bunu tüm bir semte ve hatta çeşitli kalburüstü yerleşim komplekslerine genellersek ortaya çıkan sayı, ekonomisi orta büyüklükteki bir üçüncü dünya ülkesinin, yıllık ihracat gelirinin bile üstünde bir paraya denk geliyor demektir. Dünya ekonomisi bu gün paralarıyla ayakta duruyordu arkadaşlar! Anlatıcam durun hele.

Kapitalizm ve onun dayattığı yaşam biçimi, fast-food beslenme, düzensiz öğünler, aşırı ve birden gıda tüketimi gibi birçok şeye yöneltti insanları. Bunlar da elbette kalp ve damar rahatsızlıklarını, çağımızın hastalığı reflü gibi illetleri beraberinde getirdi. Yaşam kalitesi düştü, teyzeler yanlarına yan kattılar. (Okuyucuya ev ödevi: "Yanlı Teyzeler")

Şişmanlama çılgınlığı Garb'den sonra Şark'ta da son safhasına vardı. Türkiye'deki teyzelerimiz ve hatta genç kızlarımız dahi kat kat "yan"a sahip olmaya, göbeklerine göbek katmaya başladılar. Haliyle diyet listeleri ve zayıflama teknikleri, Seda Sayanlı kadın programlarından Ali Kırcalı ana haberlere kadar her yerde fink atmaya başladı. Bilindiği gibi bizim fast food türü besinlerimizin yerel karşılıkları kıymalı börek, baklava, poğaça, kurabiye gibi şeylerdir. Bunların her birisi kilo kilo yağ, şeker, kalori taşıyor. Yedikçe yarıyor, yaradıkça şişiyor teyzelerimiz. Peki sorarım size canlar. En çok kol böreğiyle, bol şerbetli şekerparenin tüketildiği yer neresidir? Elbette "Altın Günleri"! Altın günlerinde tepsi tepsi baklava, kol böreği yapılır. Altınların şakırdayacağı duygusu, ev sahibini bunun karşılığını bırotein ve fitamin olarahtan verme içgüdüsüne sevkeder. Gözler parladıkça, tepsiye dökülen şerbet koyulaşır. Sonra gelsin dedikodu, gitsin tasalar!

En nihayetinde ne oldu? Börekler yapıldı yapıldı, baklavalar mideye indirildi indirildi, fast foodlar her yanımızı sardı sardı, kilolar da buna paralel arttı da arttı. Eskiden her 10 teyzeden 4'ü şamrel sahibiyken bu sayı 2008 yılında 7'ye çıktı. (Ben bilimsel konuşurum arkadaş!) Fazla kilolarından şikayetçi olan kadınlar doğal olarak yürümeye, spor yapmaya, parkta zayıflama çalışmalarına yöneldi. Ancak sürekli evle-çocukla meşgul olmak ve gerçek hayatın dinamiklerinden kopmamak durumunda olan ev hanımlarımız bu yöntemlerin hiçbirisi sonucu başarıyla muvaffak olamadı. Nihayetinde geriye tek bir çare kaldı: "Kol böreğinden ve hanım göbeğinden caymak!"

Kim bilebilirdi ki bu vazgeçiş Amerika Büzüşük Devletleri'nden başlayıp, tüm dünyayı saracak bir krize sebep olacak. Gocaları beğenmez de başka garılarlan yatıp kalkar korkusu, eltilerin-görümcelerin önüne kat kat yağlarla çıkıp günün dedikodusu olma tırsısı öyle bir yer etti ki o tertemiz yüreklerinde, teyzelerimiz o caanım böreklerden, tatlılardan, portakallı tayland horozlarından vazgeçmek durumunda kaldı. Bu da teyzelerin günlere daha seyrek gitmelerine yol açtı. Önceleri güne gitmese de ayıp olmasın diye altınları yollayan teyzeler, daha sonra bunları aksatmaya ve neticede de tamamiyle bu eylemi sonlandırmaya yöneldiler. İşbu yeni durum, önce apartman içi sürtüşme ve anlaşmazıklara, daha sonra da aile ekonomilerinin hafif dalgalarla oynamasına neden oldu. Bütün ümidini ay sonu gelecek olan altın parasına bağlayan hanımteyzemiz kızının üniversite harcını yatıramaz, koltuk takımının taksidini ödeyemez, nevresimcinin parasını veremez duruma geliverdi. Bu ani parasızlık bıyıklı ve kalburüstü ev direği olan (has meşe) erkeği zora soktu. Bankalardan ani kredi çekişleri yaşandı. Yüzbinlerce ailenin birden bire kredi çekişi ile bankalar beklenmedik bir nakit sıkıntısıyla karşı karşıya kaldılar. Bunun üzerine Amerika ve İngiltere'deki hâmil bankalardan büyük kredi isteklerine ve anlaşmalı para transferlerine yöneldiler. Böylece Amerigan bankalarındaki para çıkışı olağandışı yükseldi. Şoka hazırlıksız yakalanan bankaların para trafiği nihayet tıkanma aşamasına geldi ve büyük şirketlerle yapılan sponsorluk anlaşmaları, devasa kredi faaliyetleri panik halinde sekteye uğratılmak zorunda kalındı. Hayal kırıklığı yaşayan büyük şirketler anlaşmaları tek taraflı iptal etmeye başladılar ve bankaları iyice zor durumda bıraktılar. Bunun üzerine bazı bankalar geçici olarak faaaliyetlerini durdurdu, bazısı ise iflasını açıkladı. Sigorta şirketleri battı. Durumdan endişe duyan Yatırımcılar icraatlarını yavaşlattılar. Borsalar alt üst oldu. Kaostan korkan bireysel yatırımcı lotlarını mitralyöz misali satmaya başladı. Bu satışlar da menkulün kıymetin ağzına sıçızladı. New York borsası en büyük şoklarından birisini yaşadı. Japonya'da depremler durdu, penguenler ağladı, pandalar sevişmez oldu!

Yüksek müsaadenizle huzurlarınızda İngiltere ve Amerika Kıpraşık Devletleri'ne seslenmek istiyorum. Milyarlarca doları piyasaya salıp, bankalara el verip parayı çarçur edeceğinize, uluslararası bir fon oluşturup teyzelerimizi tekrar gün yapmaya teşvik edin. Ey pambıh yanaklı teyzeler, çok değerli yan komşular! Lütfen günlerinizi aksatmayın. Yapın yapıştırın. Bir araya gelin. O yanlar o göbekler size yakışıyor be ablalarım. Dedikodusuz, çöreksiz hayat mı geçer? Hadi yine bir olun! O börekler yenmezse, o altınlar gelmezse dönmez bu dünya. BİTMEZ BU KRİZ ANNEM !!!

10 Ekim 2008 Cuma

Türkçe'nin Korunması mı? Bir Yerlere Su Kaçırmak mı?

"Türkçe'nin korunması" adına kurulan Meclis Araştırma Komisyonu yakın zamanda ilginç bir öneride bulundu; "Dağ, bölge, yöre ve kahraman adlarının değiştirilmesi."

Komisyon başkanı abimiz Akp milletvekili Necat Birinci'ye göre Efes, Kapadokya, Spil Dağı gibi birçok isim değiştirilmeli. Kendisinin endişesi ise fevkalade dozlarda; "Dilini kaybeden, her şeyini kaybeder."

Birçok yakın arkadaşım-tanıdığım çok iyi bilir ki gerçekten Türk dili ve nizamına olabildiğince itibar eden ve dili kullanırken o dilin kimyasına, kurallarına zarar vermemeye çalışan insanlardan birisiyim. Gerek yazışmalarda, gerek ders notlarında, hatta basit sohbet iletilerinde dahi dili doğru kullanmaya özen gösteririm. Dolayısıyla Türkçe konusundaki her türlü hassasiyete olumlu yaklaşırım. Gelgelelim Necat abimizin dikkat çektiği hususlarla, Türkçe'nin doğru kullanılması ya da yitirilmemesi olgularının doğru dürüst bir bağlantısı olmadığını belirtmek zorunda hissettim kendimi. Evet Necatcım, oralarda bir yerlerdeysen rica ediyorum oku bunları. Sana laflar hazırladım Necat!

Hemen birebir tenkitlerle başlıyorum işe. Ahan da Necat abi'nin söylediklerinden bir kuple:

"Selçuk, Selçuklu’dan gelir; bu vatanı, Anadolu coğrafyasını vatan yapan bir Türk devleti Selçuklu. Orası Efes değildir, Selçuk’tur. Efes turistik bir isim."

Sevgili Birinci'nin öncelikle bilmesi gerekiyor ki Selçuk Selçuklu'dan değil, Selçuklu Selçuk'tan gelir. Ekini-kökünü geçtim, yaklaşık bir saniyelik bir beyin jimnastiği sonucu onun öyle olduğunu anlarız diye düşündüm. Evet bütün bunları kendi başıma hemencik düşündüm. Her neyse, takıldığım nokta burası değil zaten...

Necat abicim bilsin, Efes ne kadar turistik bir isimse, Selçuk da o kadar turistik bir isim. Efes, Selçuk'dan yaklaşık 7000 yıl kadar önce izleri Neolitiğe giden bir yerleşim yeri. o kadar geçmişe gitmekte zorluk çeker kendisi diye İ.Ö 1700'lere çekesim var tarihi. Anadolu'da Hitit egemenliği var ve Bu kente Hititler "Apasus" diyorlar. Yunanlılar ve Romalılar "Ephesus" diyorlar. Biz Türkler de Efes diyoruz. Selçuk aynı yöredeki Selçuklu yapısı yerleşim yeri. Hemen hemen Efes'in üzerine kurulmuş bir şehir...

Anlamakta güçlük çektiğim şey şu; binlerce yıldır -günümüzde dahil- Efes diye bilinen bir yere "Orası Efes değildir, Selçuk'tur." gibi bir bakış açısıyla yaklaşmak hangi değerlere sığar? Necat abicim, Efes dediğin kelimenin özü yabancı kökenli olabilir. Ancak bu durum, söz konusu kelimenin bizim değerlerimize aykırı olduğu ya da Türkçe'yle bağdaşmadığı anlamına gelmez. Efes Uruguay'ın bir kasabası değil, Anadolu coğrafyasının bir değeri. Yani pek çok kelimeden daha "Türk". Efes Pilsen diye biramız var lan! Efes denince kimsenin aklına Nikaragua gelmiyor yahu. Rahat olun, Efes ismi Türkiye'yle yaşıyor, başka şeyle değil.

Nedense bizim muhafazakar kesimin algısı oldukça düşük olan grubunda, kendi kültürümüzü ötekileştirmek gibi bir kompleks oluşmuş. Vaktinde Sinop'a Diogenes Heykeli dikildi diye "utanç abidesi" yorumu yapanlar bile oldu. Hayır duyan da Diogenes'i Yukarı Moritanyalı falan sanacak. Anadolu'da yaşamış, bizimle aynı havayı solumuş, genlerini dahi taşıdığımız bu adamın tek suçu isminin "Süleyman" olmaması mı acaba? Cevap kesinlikle evet. Diogenes biz Anadoluların bir değeridir. Aynı Efes ve Kapadokya gibi. Dünya alem bunu böyle biliyorken, bizim zorumuz ne bu değerlerin isimlerini değiştirmeye çalışıyoruz, onları kendimizden soyutluyoruz?

Kapadokya yerine de Nevşehir diyecekmişiz bundan kelli. Kapadokya oranın en az 3000 senedir kullanılan ismi. Nevşehir de ismi 54 yıllık güzide şehirlerimizden birisi. 3000 yıllık Kapadokya'yı ne diye Nevşehir'e mahkum edeceğiz şimdi ben anlamadım? Ben onu bunu anlamam hacı. Madem buralar Türk, Peribacalarının kafataslarını ölçsünler. Baca kısımları brakisefal çıkarsa musaf çarpsın "Kültigin tepeleri" diyeceğim, bırakın Nevşehir'i.

Türkçe'yi korumaktan bahsediyor Necat arkadaş. Bu işe öncelikle, zaten bizim olan ve dilimize çoktan yerleşmiş bulunan değerleri inkar etmektense, onları sahiplenmekle başlayabilir mesela. Ulusal motifli komik bir komplekse girerek elimizde olanları "gavur dölü" olarak lanse etmek yerine, onları her zamankinden daha iyi tanıtmak ve sahiplenmek Türkçe'yi ve kültürel değerlerimizi korumak adına daha hayırlı bir iş olur. Ben de burdan herif beni görüyormuş gibi sesleniyorum. Necat sana söylüyorum, okuyan güzel insan sen anla...

25 Eylül 2008 Perşembe

Sanayız Çaharkale! Görmez misin?


Sanayız Çaharkale!* Görmez misin selamımızı. Marşalla!** Ey Sarp kayalar! Marşalla Dağlar! Ey suyunda ruhumuzu yıkadığımız dereler, ulu yaylalar, kara toprak! Ey yoluna milyonlar tükettiğimiz güzel ülke! Nedir sendeki bu ahval? Nedendir çevirirsin yüzünü bizden öteye? Atamız, anamız kaldı toprağında. Dedelerimiz, torunlarımız, doğmamış bebelerimiz var bağrında. Bomba sesiyle, top mermisiyle, çıyan ateşleriyle vermişiz ceddimizi, oğullarımızı-kızlarımızı toprağa. Savaşmışız her bir yerinde. Kaya dibinde, yayla başında, sokakta, barikatta, dağda vermişiz canımızı! Yağmura-çamura karışmış yiğitlerimizin kanı. Sen şimdi böyle yüzünü döndüresin diye mi sorarım sana? Bir kez olsun teslim olduk mu düşmana? Savaş düğündür bize! Sürgün yüreğimiz ne zaman barışa doydu? Hangi yiğit silahını bırakıp da terketti bağrını? Biz Şamil'in torunları değil miyiz bre! Cahar'ı vermedik mi senin için! Aslan'ı vermedik mi! Uğruna serilmedi mi o koca yiğit, o kahraman Hattab otlarına boylu boyunca! Dönme yüzünü Çaharkale. Dönme, kurbanın olayım etme bunu halkına. Teslim olma Hayına! Teslim olma kanı karalara! Bin de olsa bir de olsa savaşırız biz. Mızıka sesinin, şarkılarımın-türkülerimin, dans eden oğullarımın, kızlarımın, babalarımın, analarımın hatırına bir kez daha gideriz kana susamışlara! Etme, dönme yüzünü bize. Yeniden yaratalım umutlu yarınları. Bir merhaba al güzel ülke!

* Grozni kentinin Çeçenlerce kullanılan adı.
** Nohçi dilinde(Çeçence) "Merhaba" anlamına gelir.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Bölüm-2, "Aslında"

Kristof Kolomb abimiz bildiğiniz gibi Amerika'ya ayak basan ilk batılı kâşif olarak bilinir. Aslında Amerika'nın ilk batılı konuklarının teşrifi Kristof Kolomb'dan yüzyıllar öncesine bir tarihe rastlar. Vikingler 8. ve 9. yüzyıllarda Kuzey Amerika kıyılarına çıkmışlar ve bölgedeki Kızılderililerle genel itibariyle savaşa ve yağmaya yönelik ilişkiler kurmuşlardır. Yani o dönemler kurulacak tek ilişki türü de hemen hemen bu olsa gerek. Adamlardan "Kuzey Atlantik'i Kalkındıralım" anlaşması ya da ne biliyim kıta sahanlığı sözleşmesi yapmalarını bekleyemeyiz sanıyorum. En fazla barış çıbığı tüttürmüşlerdir ki, bu da Vikingli Jester'ın Kızılderili hatunlardan birine yazmaya başlaması ve töre cinayetine kurban gitmesi ile son bulur zaten. Konuyla ilgili diye söylüyorum Pathfinder diye şahane bir film var, izleyiniz. (Töre cinayeti ya da bakire kanına bulanan boynuzlu totemle bi ilgisi yok filmin, belirteyim)

Kuzey Amerika'yla ilk ilgilenen batılı güç de sanıldığı gibi İngiltere değil Hollanda isimli şirin mi şirin ülke. İspanyollar henüz Orta Amerika ve Güney Amerika'da Portekizlilerle oynaşırken, Hollandalılar 16.yy sonlarında ve 17.yy başlarında Kuzey Amerika'da yerleşim noktaları kurma telaşındalar. 17.yy'ın ortalarında Fransızlar'la epey mücadele ediyorlar buralarda. Hudson Körfezi olsun, New York kıyıları olsun... O sıralar toprak bol, insan da az olduğundan yerlilerle kat'i surette bir anlaşmazlık da söz konusu olmuyor. Gül gibi geçinip gidiyorlar Allah alayımızı inandırsın. Kızılderililer zaten malumunuz göçer insanlar. Hayvana her yer otlak, her yerde av var. Tarım falan da yapmadıklarına göre toprağın da çok bir önemi yok. Şu an Manhattan olarak bildiğimiz -Hani şu ikiz kulelerin yerinde yeller esen- yöreyi maddi değeri günümüz itibariyle yaklaşık 7$ (Yazıyla Yedi Amerikan Doları) olan bir avuç incik-boncuğa(baya baya incik boncuk) Hollandalılara veriyorlar. Hollandalılar çok geçmeden tüm New York bölgesine yerleşiyorlar. Bu bölgeye de "New Holland" diyorlar. New Amsterdam ise bu küçük bölgenin merkezi konumundaki yerleşim yeri oluyor; Manhattan. Şimdi içinizden Apachilere, Komanchilere, ne bileyim Siyulara, Tomahawklara falan küfrediyorsunuzdur. Ama inanın onlar için onca incik boncuk kilometrekarelerce topraktan daha önemliydi. Arazi mi yok anasını saten? Koskoca kıta... Bölgenin "New York" olması ise 17.yüzyılın ikinci yarısında buranın İngilizlerce makul fiyattan hacılanması ile gerçekleşiyor. Anakarada İspanyollarla girdikleri savaşta zor anlar yaşayan Hollandalılar bölgeyi İngilizlere satarak banliyöde bi eve yerleşiyor, emekliliklerine başlıyorlar anlayacağınız.

Güney Amerika'nın batılılarla teması ise kuzeye oranla biraz daha eski sayılır. Güney ve Orta Amerika kıyılarına ilk ayak basan arkadaşlarsa İspanyollardır. Meşhur Conquistadorları ile deyim yerindeyse ortalığın m.na koymuşlardır. O koskoca İnka İmparatorluğu altınlarını, Aztek ve Maya hazinelerini yüz yıl boyunca erite erite, anakaraya yollaya yollaya anca bitirmişlerdir. Avrupa'daki bu altın ve gümüş bolluğu da insanoğlunu ilk kez bir kavramla tanıştıracaktır: "Enflasyon". Paranın bolluğu üretimin statikliği karşısında bocalamış, fiyatlar tavan yapmıştır tüm Akdeniz dünyasında. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz bahtsız İnkalar. Yerli halkın İspanyol istilacılara karşı direnememelerinin bazı traji-komik nedenleri var. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz ki İnka inanışı. Bu inanışa göre Doğu sahillerinden gelecek olan Garip yaratıklar üzerindeki devasa varlıklar her şeyi değiştirecek olan tanrılardır. Tam da böylesine bir mitle beslenen bu kavmin üzerine altında atı, üstünde zırhıyla görkemli bir şekilde kıyıya ayak basan conquistadorlar gelince neler oluyor neler. Ortalık bayram yeri yemin ediyorum. Güney Amerika'da kuzeyde olduğu gibi at falan yok tabi o aralar. Bizimkilerin de büyük bölümü haliyle tapıyorlar adamlara, tanrı bunlar diye. Şaka gibi ama maalesef gerçek. (Vallahi Fikret Yılmaz'ın yalancısıyım) Sen kalk devasa sulama kanalları kur, akla hayale gelmeyecek şehirler inşa et, koskoca bir imparatorluk yarat, daha Galileo portakalda vitamin bilem değilken yıldızların-gezegenlerin hareketlerini izle, takvimler yap; ondan sonra iki ata, üç askere tap... Hadi o zaman hep beraber soralım o beklenen spekülatif sorumuzu. Adeta bir gazete başlığı, adeta bir Hürriyet küpürü, Dadadann: "İnkalar Türk müydü ?!?"

Bölüm-1, "Aslında"

İnsanlar çevrelerinde genellikle yaptığı işle tanınırlar. Pek çoğumuz Bakkal Osman, Kuaför Erôl, Bankacı Fikriye'yiz yani. Ya da akademideki uzmanlık alanımıza göre tanınırız. Öğrenci ya da öğretmen olalım bu değişmez; Coğrafyacı, Matematikçi, Tirici, Virici... Pek azımız karakteristik özelliklerimizle bilinir; Kel Hasibe, Uzun Mert, Barrak Hasan (karakteristiğe gel) gibi...

Ben de öyle ya da böyle birçok sınıf arkadaşım gibi çevremde "tarihçi" olarak tanınırım. Neyse ki Heredot Cevdetlikten 5 yıl kadar önce Akademik Cevdetliğe terfi etmiştim. Ben de bana yakıştırılan ya da ister istemez üzerine oturduğum bu tarihçi sedirinin(sedir görünümlü kazık geldi) desenlerini bozmamak, kılını-tüyünü sakınmamak amacıyla ufak bir yazı dizisi bozması hazırlayayım dedim. Bunun ilk ayağı "Aslında" isimli dizi olacak. Böylece, bize tarihi gerçek olarak kavratılan şeylerin aslında neler olduğuyla ilgili bir takım fuzuli bilgilere ulaşacağız. Milletin çok da umrundaymış gibi yapacağız bunu evet. O halde buyrun birinci bölüm...


Nedense "Anadolu" isminin hep Türkçe olduğu düşünülür. Türlü efsaneler vardır etrafında. "İçi ana doluymuş aboo" gibisinden. Aslında Bereketin sembolü Kybele, Artemis gibi tanrıçalarla özdeşleşmiş bu coğrafyanın dişi yönünün altta kalmadığını söylemek zor olmasa gerek. Yalnız bunun isimle bir ilgisi yok elbette. Anadolu ismi hepimizin bildiği üzere (madem öyle niye yazıyorum di mi) Bizans'ın Anatholika eyaletinin isminden geliyor. İçinde Ana dolu olup olmadığını ise bizim "Kart-Kurt"çulara sormak lazım. Onlar iyi bilirler...

İlginçtir ki Anadolu'ya "Türkiye" denmesi 13.yy'ı buluyor. Bu isimlendirmeyi yapan da Bizzat Batı dünyası. Latin metinlerinde "Turchia" deyü geçer. Anadolu Selçukluları ise kendi ülkelerine Turchia falan demiyorlar. "Diyar-ı Rûm" diyorlar, Roma ülkesi anlamında. Osmanlılar da uzun süre Rûm Sultanlığı diyecektir. Buradaki Rûm'un anlamı üstte belirttiğimiz gibi; Roma, Romalı. Yoksa "Lan ne gavur, ibne bir ecdadımız varmış piyüü" diye heyecanlanmaya gerek yok.

Yaşadığımız coğrafya üzerinden gidiyoruz devam edelim bari. Fatih de kendisini "Osmanlı padişahı ehe mehe" diye tanıtan bir zat değil. Kendisini Rûm Kayzeri olarak tanımlıyor ve tanıtıyor. Ortada sahiplenilmiş koskoca bir Roma geleneği söz konusu. Ben de İstanbul'u alıp geleneğin üstüne konsam ben de Kayzerlerin tillahıyım derdim açıkçası.

Anadolu'nun bilinen ilk ismi ise, bilinen ilk yerli halkından geliyor; "Hatti". Bu isimlendirmeyi yapan da yine Hattiler değil. Bu ismi Güneydoğu'nun bağrı yanık, kıllı delikanlısı Kral Sargon'un yazıtlarından ögreniyoruz, İ.Ö 2300'ler neyin. Bir bakıma şunu da söylüyorum; çok az topluluk "Biz Eşşekoturtanoğullarıyız abi" diye kendisini isimlendirir. Toplulukları isimlendiren, onlarla bir şekilde temasa geçmiş başka topluluklardır.

Şu an itibariyle Bizim topraklara pek çok şey söyleniyor şöyle bir bakarsak. Türkiye, Anadolu, Küçük Asya, Sebil, Batan gemi... Hepsi müstehak. Neden olmasın ki hem? Koskoca Alexander'ın ismini kebaba vermiş bir halkız. Bize Hindi deseler ne olur allaaseen?

19 Eylül 2008 Cuma

Bir Demiryolu Hikayesi: Ateşdîde

"Ortasından başlamadım. Ben de bir ateşdideyim!"

Bu sözler çocuğun zihninde yankılandıkça, aklı karışıyordu uzaklara. Ne demekti bu? Neydi ateşdide? Eve döndüğünde babasının ayakları dibine oturuverdi ve sordu beklemeden: "Ateşdide ne demek baba?"

Babanın elinde bir tesbih, çekip duruyor karanlıkta. Gözleri öyle çökmüş, bakışlarında görüp geçirmişliği var koca dünyanın. Derinleşmiş alın çizgileri, koyu ve yorgun bir dal parçası gibi. Oğluyla bir sûfinin çömeziyle konuşur gibi konuştu sonra:

"Ateşdide çok yollar aşmış, nice ateşler görmüş, yanmadan-yandırmadan edememiş insan demektir oğul."

Doğruldu sonra koca adam yerinden. İyice yerleşti koltuğuna. Oğlansa önce durulur gibi oldu, sonra iyice cezbolan merakına yenik düştü: "Nasıl ateş yani?"

Baba derin bir iç çekti. Verdiği nefeste, koca bir yangın yerinin küllerini savurur gibiydi. "Ateş!" dedi. "Ateş bazen bir orman yangınıdır oğul. İçinde ağacı, hayvanı, taşı-toprağıyla kavrulan bir ormanı yakar o ateş. Yoluna rastlarsın, bakarsın da görmezsin ya, o zaman alev olursun sen de. Yanından geçip gittiğini sandığın o ormanı yakıyorsundur artık. Ammaaa görür de giderse için o yananlara, gözün seğirmeden koşarsan kızıl korlara, işte o zaman "yanan" olursun oğul. Ateşdide işte budur."

Çocuktaki o büyük merak, yerini heyecanlı bir serüvene bırakmıştı artık. "Peki ya küçükse ateş?" dedi heyecanla.

Başı dik, yüzü bereli, çizgi çizgi alnıyla gülümsedi babası; "İşte o zaman, kendi meşaleni yakarsın oğul." dedi net bir sesle. "Meşaleni alır çıkarsın yola. Her küçük ateşten bir kıvılcım edinirsin. Yoluna yoldaş, kanına can, bileğine kuvvet katarsın. Bu kez, bu kez oğul, ormanları yakanları bulur, karşılarına geçer, yakanı yandırırsın!"

Küçük çocuk heyecanlanmıştı. Meşalesini isteyecek oldu birden babasından. Bu sırada adam oğlundaki heyecanın ona ne söyleteceğini hissetmiş gibi devam etti sözlerine: "Önce ateşdide olacaksın oğul. Sonra sarılacaksın meşalene. Yürüyeceksin daha oğul. Daha çok yürüyeceksin. Yaşayana kadar yürüyeceksin!"

İhâta-i Ekvân

"İhâta-i Ekvân"* diye net bir sesle yanıtlamıştı soruyu. Adamın tok sesi, kendine güveninin derecesini ifade ediyordu bir bakıma. Sorunlar yaratmamak ya da var olan sorunları çözmek için, her bir insanoğlunun yapacağı iş buydu ona göre. Bunu insanlığın önemli birsmı biliyordu zaten. Peki ama, neydi kurtuluşa giden yol? Ya da insan kurtuluş yolunu seçtiğinde, neyden kurtulduğunu gerçekten biliyor muydu? Neydi bu başımızdaki koca puşt zulası? Bu hayın pusular, bu çıyanlar, bu çakal sürüleri kimlerdi? Bize dayatılanlar arasından seçim yapmak mıydı özgürlük? Yoksa insanoğlunun dünyasını algılayıp, onu bütünüyle sarıp sarmalamak mıydı kurtuluş yolunda?

Bütün bunlara bir mesih edasıyla yaklaşmayacağım elbet. Sadecellar sonra bulunmuş küçük ve görkemli içşehrim Kethu-Picchu'dan izleyeceğim etrafı. Onca uğraştan sonra yalnızca; "Vay vay, neler dönmüş Serhat yaa?!" da diyebiliriz elbette. Yine de önce, anlamaya çalışalım ekvanı; bizim gibi değil alt komşumuzunki gibi...

*: Evrenleri-dünyaları algılamak. İhâtanın diğer bir anlamını da göz önünde bulundurursak, aynı zamanda dünyaları "sarmalamak"