25 Eylül 2008 Perşembe

Sanayız Çaharkale! Görmez misin?


Sanayız Çaharkale!* Görmez misin selamımızı. Marşalla!** Ey Sarp kayalar! Marşalla Dağlar! Ey suyunda ruhumuzu yıkadığımız dereler, ulu yaylalar, kara toprak! Ey yoluna milyonlar tükettiğimiz güzel ülke! Nedir sendeki bu ahval? Nedendir çevirirsin yüzünü bizden öteye? Atamız, anamız kaldı toprağında. Dedelerimiz, torunlarımız, doğmamış bebelerimiz var bağrında. Bomba sesiyle, top mermisiyle, çıyan ateşleriyle vermişiz ceddimizi, oğullarımızı-kızlarımızı toprağa. Savaşmışız her bir yerinde. Kaya dibinde, yayla başında, sokakta, barikatta, dağda vermişiz canımızı! Yağmura-çamura karışmış yiğitlerimizin kanı. Sen şimdi böyle yüzünü döndüresin diye mi sorarım sana? Bir kez olsun teslim olduk mu düşmana? Savaş düğündür bize! Sürgün yüreğimiz ne zaman barışa doydu? Hangi yiğit silahını bırakıp da terketti bağrını? Biz Şamil'in torunları değil miyiz bre! Cahar'ı vermedik mi senin için! Aslan'ı vermedik mi! Uğruna serilmedi mi o koca yiğit, o kahraman Hattab otlarına boylu boyunca! Dönme yüzünü Çaharkale. Dönme, kurbanın olayım etme bunu halkına. Teslim olma Hayına! Teslim olma kanı karalara! Bin de olsa bir de olsa savaşırız biz. Mızıka sesinin, şarkılarımın-türkülerimin, dans eden oğullarımın, kızlarımın, babalarımın, analarımın hatırına bir kez daha gideriz kana susamışlara! Etme, dönme yüzünü bize. Yeniden yaratalım umutlu yarınları. Bir merhaba al güzel ülke!

* Grozni kentinin Çeçenlerce kullanılan adı.
** Nohçi dilinde(Çeçence) "Merhaba" anlamına gelir.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Bölüm-2, "Aslında"

Kristof Kolomb abimiz bildiğiniz gibi Amerika'ya ayak basan ilk batılı kâşif olarak bilinir. Aslında Amerika'nın ilk batılı konuklarının teşrifi Kristof Kolomb'dan yüzyıllar öncesine bir tarihe rastlar. Vikingler 8. ve 9. yüzyıllarda Kuzey Amerika kıyılarına çıkmışlar ve bölgedeki Kızılderililerle genel itibariyle savaşa ve yağmaya yönelik ilişkiler kurmuşlardır. Yani o dönemler kurulacak tek ilişki türü de hemen hemen bu olsa gerek. Adamlardan "Kuzey Atlantik'i Kalkındıralım" anlaşması ya da ne biliyim kıta sahanlığı sözleşmesi yapmalarını bekleyemeyiz sanıyorum. En fazla barış çıbığı tüttürmüşlerdir ki, bu da Vikingli Jester'ın Kızılderili hatunlardan birine yazmaya başlaması ve töre cinayetine kurban gitmesi ile son bulur zaten. Konuyla ilgili diye söylüyorum Pathfinder diye şahane bir film var, izleyiniz. (Töre cinayeti ya da bakire kanına bulanan boynuzlu totemle bi ilgisi yok filmin, belirteyim)

Kuzey Amerika'yla ilk ilgilenen batılı güç de sanıldığı gibi İngiltere değil Hollanda isimli şirin mi şirin ülke. İspanyollar henüz Orta Amerika ve Güney Amerika'da Portekizlilerle oynaşırken, Hollandalılar 16.yy sonlarında ve 17.yy başlarında Kuzey Amerika'da yerleşim noktaları kurma telaşındalar. 17.yy'ın ortalarında Fransızlar'la epey mücadele ediyorlar buralarda. Hudson Körfezi olsun, New York kıyıları olsun... O sıralar toprak bol, insan da az olduğundan yerlilerle kat'i surette bir anlaşmazlık da söz konusu olmuyor. Gül gibi geçinip gidiyorlar Allah alayımızı inandırsın. Kızılderililer zaten malumunuz göçer insanlar. Hayvana her yer otlak, her yerde av var. Tarım falan da yapmadıklarına göre toprağın da çok bir önemi yok. Şu an Manhattan olarak bildiğimiz -Hani şu ikiz kulelerin yerinde yeller esen- yöreyi maddi değeri günümüz itibariyle yaklaşık 7$ (Yazıyla Yedi Amerikan Doları) olan bir avuç incik-boncuğa(baya baya incik boncuk) Hollandalılara veriyorlar. Hollandalılar çok geçmeden tüm New York bölgesine yerleşiyorlar. Bu bölgeye de "New Holland" diyorlar. New Amsterdam ise bu küçük bölgenin merkezi konumundaki yerleşim yeri oluyor; Manhattan. Şimdi içinizden Apachilere, Komanchilere, ne bileyim Siyulara, Tomahawklara falan küfrediyorsunuzdur. Ama inanın onlar için onca incik boncuk kilometrekarelerce topraktan daha önemliydi. Arazi mi yok anasını saten? Koskoca kıta... Bölgenin "New York" olması ise 17.yüzyılın ikinci yarısında buranın İngilizlerce makul fiyattan hacılanması ile gerçekleşiyor. Anakarada İspanyollarla girdikleri savaşta zor anlar yaşayan Hollandalılar bölgeyi İngilizlere satarak banliyöde bi eve yerleşiyor, emekliliklerine başlıyorlar anlayacağınız.

Güney Amerika'nın batılılarla teması ise kuzeye oranla biraz daha eski sayılır. Güney ve Orta Amerika kıyılarına ilk ayak basan arkadaşlarsa İspanyollardır. Meşhur Conquistadorları ile deyim yerindeyse ortalığın m.na koymuşlardır. O koskoca İnka İmparatorluğu altınlarını, Aztek ve Maya hazinelerini yüz yıl boyunca erite erite, anakaraya yollaya yollaya anca bitirmişlerdir. Avrupa'daki bu altın ve gümüş bolluğu da insanoğlunu ilk kez bir kavramla tanıştıracaktır: "Enflasyon". Paranın bolluğu üretimin statikliği karşısında bocalamış, fiyatlar tavan yapmıştır tüm Akdeniz dünyasında. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz bahtsız İnkalar. Yerli halkın İspanyol istilacılara karşı direnememelerinin bazı traji-komik nedenleri var. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz ki İnka inanışı. Bu inanışa göre Doğu sahillerinden gelecek olan Garip yaratıklar üzerindeki devasa varlıklar her şeyi değiştirecek olan tanrılardır. Tam da böylesine bir mitle beslenen bu kavmin üzerine altında atı, üstünde zırhıyla görkemli bir şekilde kıyıya ayak basan conquistadorlar gelince neler oluyor neler. Ortalık bayram yeri yemin ediyorum. Güney Amerika'da kuzeyde olduğu gibi at falan yok tabi o aralar. Bizimkilerin de büyük bölümü haliyle tapıyorlar adamlara, tanrı bunlar diye. Şaka gibi ama maalesef gerçek. (Vallahi Fikret Yılmaz'ın yalancısıyım) Sen kalk devasa sulama kanalları kur, akla hayale gelmeyecek şehirler inşa et, koskoca bir imparatorluk yarat, daha Galileo portakalda vitamin bilem değilken yıldızların-gezegenlerin hareketlerini izle, takvimler yap; ondan sonra iki ata, üç askere tap... Hadi o zaman hep beraber soralım o beklenen spekülatif sorumuzu. Adeta bir gazete başlığı, adeta bir Hürriyet küpürü, Dadadann: "İnkalar Türk müydü ?!?"

Bölüm-1, "Aslında"

İnsanlar çevrelerinde genellikle yaptığı işle tanınırlar. Pek çoğumuz Bakkal Osman, Kuaför Erôl, Bankacı Fikriye'yiz yani. Ya da akademideki uzmanlık alanımıza göre tanınırız. Öğrenci ya da öğretmen olalım bu değişmez; Coğrafyacı, Matematikçi, Tirici, Virici... Pek azımız karakteristik özelliklerimizle bilinir; Kel Hasibe, Uzun Mert, Barrak Hasan (karakteristiğe gel) gibi...

Ben de öyle ya da böyle birçok sınıf arkadaşım gibi çevremde "tarihçi" olarak tanınırım. Neyse ki Heredot Cevdetlikten 5 yıl kadar önce Akademik Cevdetliğe terfi etmiştim. Ben de bana yakıştırılan ya da ister istemez üzerine oturduğum bu tarihçi sedirinin(sedir görünümlü kazık geldi) desenlerini bozmamak, kılını-tüyünü sakınmamak amacıyla ufak bir yazı dizisi bozması hazırlayayım dedim. Bunun ilk ayağı "Aslında" isimli dizi olacak. Böylece, bize tarihi gerçek olarak kavratılan şeylerin aslında neler olduğuyla ilgili bir takım fuzuli bilgilere ulaşacağız. Milletin çok da umrundaymış gibi yapacağız bunu evet. O halde buyrun birinci bölüm...


Nedense "Anadolu" isminin hep Türkçe olduğu düşünülür. Türlü efsaneler vardır etrafında. "İçi ana doluymuş aboo" gibisinden. Aslında Bereketin sembolü Kybele, Artemis gibi tanrıçalarla özdeşleşmiş bu coğrafyanın dişi yönünün altta kalmadığını söylemek zor olmasa gerek. Yalnız bunun isimle bir ilgisi yok elbette. Anadolu ismi hepimizin bildiği üzere (madem öyle niye yazıyorum di mi) Bizans'ın Anatholika eyaletinin isminden geliyor. İçinde Ana dolu olup olmadığını ise bizim "Kart-Kurt"çulara sormak lazım. Onlar iyi bilirler...

İlginçtir ki Anadolu'ya "Türkiye" denmesi 13.yy'ı buluyor. Bu isimlendirmeyi yapan da Bizzat Batı dünyası. Latin metinlerinde "Turchia" deyü geçer. Anadolu Selçukluları ise kendi ülkelerine Turchia falan demiyorlar. "Diyar-ı Rûm" diyorlar, Roma ülkesi anlamında. Osmanlılar da uzun süre Rûm Sultanlığı diyecektir. Buradaki Rûm'un anlamı üstte belirttiğimiz gibi; Roma, Romalı. Yoksa "Lan ne gavur, ibne bir ecdadımız varmış piyüü" diye heyecanlanmaya gerek yok.

Yaşadığımız coğrafya üzerinden gidiyoruz devam edelim bari. Fatih de kendisini "Osmanlı padişahı ehe mehe" diye tanıtan bir zat değil. Kendisini Rûm Kayzeri olarak tanımlıyor ve tanıtıyor. Ortada sahiplenilmiş koskoca bir Roma geleneği söz konusu. Ben de İstanbul'u alıp geleneğin üstüne konsam ben de Kayzerlerin tillahıyım derdim açıkçası.

Anadolu'nun bilinen ilk ismi ise, bilinen ilk yerli halkından geliyor; "Hatti". Bu isimlendirmeyi yapan da yine Hattiler değil. Bu ismi Güneydoğu'nun bağrı yanık, kıllı delikanlısı Kral Sargon'un yazıtlarından ögreniyoruz, İ.Ö 2300'ler neyin. Bir bakıma şunu da söylüyorum; çok az topluluk "Biz Eşşekoturtanoğullarıyız abi" diye kendisini isimlendirir. Toplulukları isimlendiren, onlarla bir şekilde temasa geçmiş başka topluluklardır.

Şu an itibariyle Bizim topraklara pek çok şey söyleniyor şöyle bir bakarsak. Türkiye, Anadolu, Küçük Asya, Sebil, Batan gemi... Hepsi müstehak. Neden olmasın ki hem? Koskoca Alexander'ın ismini kebaba vermiş bir halkız. Bize Hindi deseler ne olur allaaseen?

19 Eylül 2008 Cuma

Bir Demiryolu Hikayesi: Ateşdîde

"Ortasından başlamadım. Ben de bir ateşdideyim!"

Bu sözler çocuğun zihninde yankılandıkça, aklı karışıyordu uzaklara. Ne demekti bu? Neydi ateşdide? Eve döndüğünde babasının ayakları dibine oturuverdi ve sordu beklemeden: "Ateşdide ne demek baba?"

Babanın elinde bir tesbih, çekip duruyor karanlıkta. Gözleri öyle çökmüş, bakışlarında görüp geçirmişliği var koca dünyanın. Derinleşmiş alın çizgileri, koyu ve yorgun bir dal parçası gibi. Oğluyla bir sûfinin çömeziyle konuşur gibi konuştu sonra:

"Ateşdide çok yollar aşmış, nice ateşler görmüş, yanmadan-yandırmadan edememiş insan demektir oğul."

Doğruldu sonra koca adam yerinden. İyice yerleşti koltuğuna. Oğlansa önce durulur gibi oldu, sonra iyice cezbolan merakına yenik düştü: "Nasıl ateş yani?"

Baba derin bir iç çekti. Verdiği nefeste, koca bir yangın yerinin küllerini savurur gibiydi. "Ateş!" dedi. "Ateş bazen bir orman yangınıdır oğul. İçinde ağacı, hayvanı, taşı-toprağıyla kavrulan bir ormanı yakar o ateş. Yoluna rastlarsın, bakarsın da görmezsin ya, o zaman alev olursun sen de. Yanından geçip gittiğini sandığın o ormanı yakıyorsundur artık. Ammaaa görür de giderse için o yananlara, gözün seğirmeden koşarsan kızıl korlara, işte o zaman "yanan" olursun oğul. Ateşdide işte budur."

Çocuktaki o büyük merak, yerini heyecanlı bir serüvene bırakmıştı artık. "Peki ya küçükse ateş?" dedi heyecanla.

Başı dik, yüzü bereli, çizgi çizgi alnıyla gülümsedi babası; "İşte o zaman, kendi meşaleni yakarsın oğul." dedi net bir sesle. "Meşaleni alır çıkarsın yola. Her küçük ateşten bir kıvılcım edinirsin. Yoluna yoldaş, kanına can, bileğine kuvvet katarsın. Bu kez, bu kez oğul, ormanları yakanları bulur, karşılarına geçer, yakanı yandırırsın!"

Küçük çocuk heyecanlanmıştı. Meşalesini isteyecek oldu birden babasından. Bu sırada adam oğlundaki heyecanın ona ne söyleteceğini hissetmiş gibi devam etti sözlerine: "Önce ateşdide olacaksın oğul. Sonra sarılacaksın meşalene. Yürüyeceksin daha oğul. Daha çok yürüyeceksin. Yaşayana kadar yürüyeceksin!"

İhâta-i Ekvân

"İhâta-i Ekvân"* diye net bir sesle yanıtlamıştı soruyu. Adamın tok sesi, kendine güveninin derecesini ifade ediyordu bir bakıma. Sorunlar yaratmamak ya da var olan sorunları çözmek için, her bir insanoğlunun yapacağı iş buydu ona göre. Bunu insanlığın önemli birsmı biliyordu zaten. Peki ama, neydi kurtuluşa giden yol? Ya da insan kurtuluş yolunu seçtiğinde, neyden kurtulduğunu gerçekten biliyor muydu? Neydi bu başımızdaki koca puşt zulası? Bu hayın pusular, bu çıyanlar, bu çakal sürüleri kimlerdi? Bize dayatılanlar arasından seçim yapmak mıydı özgürlük? Yoksa insanoğlunun dünyasını algılayıp, onu bütünüyle sarıp sarmalamak mıydı kurtuluş yolunda?

Bütün bunlara bir mesih edasıyla yaklaşmayacağım elbet. Sadecellar sonra bulunmuş küçük ve görkemli içşehrim Kethu-Picchu'dan izleyeceğim etrafı. Onca uğraştan sonra yalnızca; "Vay vay, neler dönmüş Serhat yaa?!" da diyebiliriz elbette. Yine de önce, anlamaya çalışalım ekvanı; bizim gibi değil alt komşumuzunki gibi...

*: Evrenleri-dünyaları algılamak. İhâtanın diğer bir anlamını da göz önünde bulundurursak, aynı zamanda dünyaları "sarmalamak"