b) I-II
23 Aralık 2009 Çarşamba
"Meclis'imizi Tanıyalım 2009" Yılsonu Deneme Sınavı
b) I-II
27 Kasım 2009 Cuma
Hoşçakal "The Answer"
16 Kasım 2009 Pazartesi
Çeçenistan'daki Zulmün Tablosu
7 Kasım 2009 Cumartesi
Ahlat
24 Ekim 2009 Cumartesi
"Dünyayı 5 Dakikalığına Susturan Çocuk"
...
Biz Kanada’dan 12 ve 13 yaş gurubunda olan çocuklarız ve bir fark yaratmaya çalışıyoruz; Vanessa Suttie, Morgan Geisler, Michelle Quig ve ben. Buraya gelmek için gerekli parayı kendimiz topladık ve beş bin millik yolu, siz yetişkinlere, yöntemlerinizi değiştirmeniz gerektiğini söylemek için geldik.
Benim geleceğimi kaybetmem, bir seçimi kaybetmek gibi bir şey değil. Ya da stok piyasasında birkaç puan kaybetmek değil. Ben burada bütün gelecek nesiller için konuşuyorum.
Ben, dünyanın her tarafında çığlıkları duyulmayan ve açlıktan ölmek üzere olan çocuklar için konuşuyorum. Ben, dünyanın üzerinde gidecek başka yerleri kalmadığı için ölmekte olan sayısız hayvan adına konuşuyorum.
Ben, şimdi gün ışığına çıkmaya korkuyorum, çünkü ozonda delikler var. Havayı ciğerlerime çekerken korkuyorum çünkü içinde hangi kimyasallar var bilmiyorum. Eskiden Vancouver’da babamla balığa giderdik. Birkaç yıl önce her tarafı kanserli bir balık bulduk. Ve şimdi gezegenimizdeki hayvanların teker teker soylarının tükendiğini öğreniyoruz. Sonsuza kadar yok oluyorlar…
Hayat sürem içinde, sürüler halinde dolaşan vahşi hayvanları görebilmeyi düşlüyorum. Yabani kuşları ve kelebeklerle dolu yağmur ormanlarını… Fakat şimdi merak ediyorum bunlar benim çocuklarımın görebileceği zamana kadar bile dayanabilecekler mi?
Benim yaşlarımdayken böyle küçük şeyler için endişelenmek zorunda kaldınız mı? Bütün bunlar şimdi gözlerimizin önünde oluyor ve bizler, sanki elimizde sınırsız çözüm olanağı ve sınırsız zaman varmış gibi davranıyoruz. Ben sadece bir çocuğum ve bütün çözümlere tabii ki sahip değilim. Fakat farkına varmanızı istiyorum ki bütün çözümlere siz de sahip değilsiniz:
· Ozon katmanındaki deliği nasıl onaracağınızı bilmiyorsunuz.
Ben hala bir çocuğum ama burada aynı şeyin içinde olduğumuzu biliyorum ve tek bir dünya gibi tek bir amaca doğru ilerlememiz gerekir.
Kızgın olsam da kör değilim, korku içinde olsam da dünyaya nasıl hissettiğimi söylemekten korkmuyorum. Benim ülkemde çok fazla israf var. Satın alıyoruz ve atıyoruz, satın al ve at gitsin ve kuzey ülkeleri henüz yoksul olanlarla paylaşmıyor. İhtiyacımızdan fazlasına sahip olmamıza rağmen, zenginliğimizin bir miktarını kaybetmekten korkuyoruz.
Paylaşmaktan korkuyoruz…
Kanada’da ayrıcalıklı bir yaşam sürüyoruz. Çokca yiyeceğimiz, suyumuz ve barınağımız var. Saatlerimiz, bisikletlerimiz, bilgisayarlarımız ve televizyonlarımız var. Bu listeyi bitirmek iki gün alabilir. İki gün önce burada Brezilya’da, sokakta yaşayan çocuklarla birlikte vakit geçirdik ve gerçekten şok olduk. Bu çocuklardan bir tanesi şöyle dedi: “Keşke zengin olsaydım. Eğer zengin olsaydım, bu sokaklarda yaşayan bütün çocuklara yiyecek, elbise, ilaç, sığınacak bir çatı, sevgi ve şefkat verebilirdim.”
Benimle aynı yaşta olan bu çocukları düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum, nerede doğmuş olduğunuz nasıl da büyük farklar yaratıyor. Ben de onlardan birisi olabilirdim, Rio’nun Favellas bölgesinde yaşayanlardan. Ya da Somali’de açlıktan ölmek üzere olanlardan birisi olabilirdim. Ortadoğu’da savaş kurbanı olanlardan birisi veya Hindistan’da bir dilenci…
Ben henüz sadece bir çocuğum, ama savaşlar için harcanan onca para yoksulluğun ve çevresel çözümlerin bulunmasında kullanılsa, dünyanın nasıl harika bir yer olabileceğini biliyorum.
Okullarda, hatta anaokullarında bile bize nasıl davranacağımızı öğretiyorsunuz:
· diğerleriyle kavga etmeyin,
· paylaşın, açgözlü olmayın.
Peki madem öyle, bize yapmamamızı söylediğiniz şeyleri neden sizler yapıyorsunuz?
Bu toplantıya katılan sizler sakın unutmayın bunu kimler için yaptığınızı, bizler sizin kendi çocuklarınızız. Nasıl bir dünyada yetişeceğimize sizler karar veriyorsunuz. Ebeveynler çocuklarını rahatlatabilmek için “Her şey güzel olacak” diyebilmeli ve “Elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz” ve bir de “bu dünyanın sonu değil”… Ama artık bunları söyleyebileceğinizi sanmıyorum. Sizin öncelikler listenizde bile yer alabiliyor muyuz?
Babam her zaman “Sen yaptığın şeysin, söylediğin değil” der ve sizin yaptıklarınız geceleri beni ağlatıyor.
Siz yetişkinler bizleri sevdiğinizi söylüyorsunuz. Size meydan okuyorum, lütfen yaptıklarınız sözlerinizi yansıtsın…
Teşekkürler.”
18 Ekim 2009 Pazar
Gördüğüne İnanma (Ulus Baker'in anısına)
Peki sonra şimdinin hayaletleri geliyor başucuna. Anası nerde diyorsun, babası yok mu bunun. Tinerci kesin. Tehlikeli aslında gece yarısı sokakta dolaşması. Polisi arayayım mahallede bi şeyler çalar bu.... Uzar gider gördüğüne inandığın için. Kalbinin sesini dinlemediğin için gördüklerine gösterilerilenlere ram olduğun için kalbinin o sızısı sana ayıp gelir. Arabesk gelir. Absürd gelir.
O kalp sızısı aslında kurtaracakken bir sürü şeyi sen sertleştirmek istiyorsun. O sızı aslında en sağlam metalken dağıtmak için bu zülmü - bu çarkı sen silkinip ipek bir zırha bürünüyorsun kuvvetli olmak için. Gördüğüne inandın: o çocuklar tehlikeli."
anaresk, 25.09.2009 03:16
sozluk.sourtimes.org
12 Ekim 2009 Pazartesi
Seyyah Kethûda Çelebi'nin Mâ'cerâları "Episode-2"
6 Ekim 2009 Salı
Seyyah Kethûda Çelebi'nin Mâ'cerâları "Episode-1"
- Kaptan kaptan! Yeter lan. Nereye gidiyomuşuz. Kaptan da navigasyon aleti zaten mına koyim.
Ne biliyim olum ben.
18 Eylül 1790, Öğlen saatleri, Atlantik'te bi yerler.
Gemiyle Selanik'ten ayrılalı tam 13 ay oldu. Ve biz Lizbon'u geçtiğimizden beri yönümüzü kayıp etmiş, bir oraya bir buraya savruluyoruz. Aylar boyudur yol alan sefil denizcileriz. Konstantiniyye'den getirttiğim Macar yapımı pusulayı martılar denize düşürdü. O Nicholas ibnesine dedim. Şu agzına sıçtımının pusulasını balıklarla aynı yere koymayın dedim. Hayvaonğlu hayvan martılar balık çalıcam derken denize düşürdüler pusulayı. Gitti caanım alet. Elimizde eski bir harita. Dolanıp duruyoruz mına koyim. Bi seyir katibim Cevahir biliyo kaybolduğumuzu. Tayfalar bi bilse var ya, ağzımıza sıçarlar ağzımıza. Her gördüğümüz kayacığa, her ada parçasına bi isim takıyorum. Aha diyorum burası Melany koyu, aha berisi Lincoln Town. Adamları daha ne kadar kekliycem bilemiyorum. Garipler Lizbon'dan beri Bahamalar yolunda olduğumuzu sanıyorlar. Bir iki tanesi bizim Cevahirle konuşmalarımızı duymuş. Geçen kamarama geldiler. "Kaptan biz şu an Bahamalara gidiyoruz di mi?" gibisinden mırın kırın ettiler. Hemen bağırıp çağırdım. Ulan dedim, sizin gotünüzde don yoktu sizi buraya tayfa yaptım. Alayınızı ben besliyorum diye söylendim. Bakın yarın bi gün ölücem, bu gemi size kalacak. Bu çarkı siz çeviriceksiniz dedim. Arkamı döndüm, gözlerimden yaş geliyomuş gibi elimle hayali yaşlarımı silme numarası yaptım. Kaptan ver elini öpiyim diye atladı biri, çık git burdan Bors diye çıkıştım. Ben sizin geleceğinizi düşünüyorum oğlum dedim. Yolladım bunları.
Fırtınalardan yırttıkça Nicholas'la beraber yön belirlemeye çalışıyoruz. rotayı batı yönünde tutuyoruz. Ama birkaç fırtınadan sonra günlerce şuursuz yol aldığımızdan, Nerelerdeyiz bilmiyoruz. Tahminim Güney Amerika sahillerine ulaşıcaz rabbim izin verir de yaşarsak.
Gemide şimdilik erzak bol. Altı gündür fırtına da yok. Kuvvetli keşişlemeyi aldık arkamıza, şişirdik yelkenleri gidiyoruz anasını satıyım. Allah büyük ya varırız bi yerlere yine. En son iki hafta önce bi adaya denk geldik. Girdik muzdu, yabani ottu. Ne varsa topladık koyduk sandıklara. Tayfa tayfa değil karınca sürüsü şerefsiz herifler. Ulan hepi topu yirmi kişi bi taburluk yemek yiyo ibneler ya. Hele bi Martiguez var, koduum şişkosu. Ulan sabah kahvaltısında alayımız peksimete takılırken, bi baktım herif arkada muz sandıklarını boşaltıyo. Ensesine bi Osmanlı tokadı yerleştirdim lavuğun, iki seksen uzandı yere. Ulan dedim bu kadar adam eşek başı mı da peksimet yiyo. Ya işte kaptan da, üç gündür boğazımdan yemek girmedi de, Farenjitim de bilmem ne. Allahım yarabbim yaresulullah ya. Biz 13 aydır denizde fırtınalarla, adalarda yerli denen ibne evlatlarıyla boğuşuyoruz. Bu adam bana farenjitim diyo. Çok kızdım günlük çok. Hiç sorma. Verdim sopayı, yolladım aşağı.
Şimdilik deniz sakin, tayfaların karnı doydu uyukluyolar. Ben de Cevahir'le pişpirik atıyorum. Haritayı önümüze alıp ülke fethetmece falan oynuyoruz. Yine yazarım Allah izin verirse. Öpüyorum canım benim.
19 Ağustos 2009 Çarşamba
"Byzantion / Nova Roma / Konstantiniyye / Pâyitaht / İstanbul"
Heyhat!
Patetesli börek 1.5 lira
50 cl Efes 3.5 lira
Akbil ikinci basım ücreti 1.5 lira
Bir metreden Bandista konseri, paha biçilemez =)
***
Bir adet dört toplu dondurma 2 lira
İki porsiyon su böreği 4 lira
İki büyük iki küçük çay 8 lira
Çengelköy'de Boğaz'a nazır bir kahvaltı, paha biçilemez =>
***
Akbil ilk basım ücreti 80 kuruş
Yenikapı-Kadıköy feribotu 6 lira
Çatlak gevrek 75 kuruş
Boğazın sularında Adalet Kasrının seyri, paha biçilemez =J
***
Bir şişe Hamidiye suyu 50 kuruş
Bir kutu kola 1.2 lira
fotoğraf makinesi için pil 4 lira
Sultanahmet'te mest olmak paha biçilemez =}
***
İzmir Bandırma tren bileti 13.75 lira
Bandırma - İstanbul feribot bileti 25 lira
Konstantiniyye'nin güzelliğini Nida ve Sedef'in yarenliğinde keşfetmek, pahası mı kaldı? =]
*****
(Bugün de gezelim görelimin reklamını yapayım dedimdi)
31 Temmuz 2009 Cuma
Galatasaray'da Neler Oluyor? (3)
24 Temmuz 2009 Cuma
Karamsarlık Üzerine
10 Temmuz 2009 Cuma
Bir Müddet Yalnızca Canlı Olmak
Bir süre yalnızca canlı olmak gerek.
Evet isteseniz de Komodor Ejderi olamazsınız zaten, insan olacağız yine.
Yaşam gailesini yenilemek, organizmanızı arındırmak için bazen yalnızca bunu yapmak gerek. Belki bir gün, belki bir ay.
Uyan, duş al, yemek ye, doğanın seslerini dinle, kokla, işe, uyu, yemek ye, gül, koş, düş, kalk, yat. İşte hepsi bu. Şöyle şehirlerden uzak, insanlardan münezzeh bir yerlerde. Olmadı bütün o kalabalığın içinde umursamazca. Başka türlü olmayacak. İnsan başka türlü bazen yalnızca biyolojik bir varlık olmaktan ibaret olduğunu anlayamayacak. Dağ mı var, tırman. Orman mı var, keşfet. Yol mu var, yürü. Su mu var, gir. Ova mı var, koş! Ve her bir parçasını, soluk soluk, sicim sicim hisset. Duy, kokla, gör, dokun, tat. Yaşa kısacası. Hiçbir şeyi sormadan, hiçbir soruya yanıt vermeden. Yoksa arınamayacaksın. Aynanın karşısına geçip baktığında, gördüğün şey kendin olsun istiyorsan yap bunları.
Ve sakın unutma, sinirlerden, kaslardan, etten ve kemikten oluşuyorsun. Kan geziniyor damarlarında. Düştüğünde bacağın morarıyor, elini kestiğinde kan boşalıyor. Sen bir canlısın. Evet bir Komodor Ejderi değil, zaten bütün bunları yapmak için, illa Endonezya'ya has bir hayvan olman gerekmiyor. Unutma, etten ve kemikten oluşuyorsun. Çarpan kalbin bir gün durabilir, ve ölebilirsin. O zaman yalnızca çürüyen bir beden olacaksın.
15 Mayıs 2009 Cuma
Galatasaray'da Neler Oluyor? (2)
Söze başlamadan önce çok önemli bir gelişmeyi bildirmek istiyorum efenim. Malumunuz son yazıda Adnan Polat ve yönetimin başarısızlığı ve bocalamaları bir türlü sindiremediklerinden bahsetmiştim. Ancak Adnan abim sağolsun son yazımı okumuş olmalı ki, bu sabah saatlerinde olağan genel kurulda konuşurken "Futbol takımımızın "başarısız" olduğunu söylemeliyim." deyi bir laf etti. Kendisine teşekkür ediyor ve dün söylediklerimin büyük bölümü adına af diliyorum. Benim söylediklerimi nihayet tersine çıkararak her bir futbolseveri birazcık olsun sevindirebildi.
Şimdi Gelelim Galatasarayımıza. Kaldığım yerden devam edeyim dedim. Efendim kaldığım yer Bülent Korkmaz. Yani kendisini yazmak aklımdaydı ve en son orada kalmıştı. Yoksa yazımda bahsedememiştim. Neyse. "Büyük Kaptan" ı anlatmaya ne kelimeler ne de benim yaşım yetmez her şeyden önce. Ben henüz kundaktayken, o adam Galatasaray'ın Avrupa'da ortalığı birbirine kattığı 80lerin sonlarında sahada yer alabilmiş, 90'lar boyunca buna devam etmiş. Sayısız lig ve Türkiye kupası şampiyonlukları görmüş, milli takımla dünya üçüncülüğü yaşamış, Uefa ve Süper Kupa'yı kaldırmış bir futbolcu. O'nun kariyeri belki Giggs'te var, belki Roy Keane'de. Yalnız şimdi konuşacağımız şey teknik direktörlüğü.
Galatasaray'ın başına geldiği andan itibaren ligde oynadığı maçlarda her maçta ya bir gol atabilmiş takımı, ya da hiç atamamış. Sürekli bir bocalama var ortalıkta. Ha bu Bülent'in suçu mu, yoksa futbolcuların mı? Tüm bu kötü sonuçlardan Bülent Korkmaz'ı sorumlu tutmak, çok fazla iyimserlik olur. Şampiyonluk hedefinden giderek uzaklaşan bir takımın futbolcularının kendilerini salmaya başlamaları, takım motivasyonunun kurulmasındaki büyük güçlükler, takım içinde oturtulamayan dengeler vesaire vesaire...
Şimdi eğer Bülent Korkmaz'la bu iş olmayacaksa hiç o işe kalkışmayacaksın kardeşim. Bu iş "ya bi deneyelim görelim" işi değil. Ha öyle de algılayabilirsin. Bunda da bir sakınca yok. Ama eğer "bi deneyelim görelim ne olacak" diyorsan da, bekle ki bir sezon geçsin aradan. Bülent Korkmaz gibi bir adamı takımın başına getiriyorsan, sabretmesini de bileceksin. Başkan çıkıp teknik direktörümüzün arkasındayız, uzun yıllar burada hizmet etmesini istiyoruz kâbilinden cümleler kuruyor. Daha sonra da yönetimin çok büyük bir kısmı (Polat da bunlara dahil mi bilmiyoruz) gelecek sezon için Korkmaz'ı düşünmediklerini konuşuyorlar. Dedikodular her yana saçılıyor. Şahsi kanaatim Bülent Korkmaz'ın takımın başına hiç getirilmemiş olmasından yanaydı. Ama madem getirildi, o halde en azından gelecek sezonun ilk yarısının sonuna dek şans tanınmalı. Çünkü Bülent Korkmaz, berbat takım yönetse de, ciddi hatalar yapsa da koca bir değerdir ve henüz teknik direktörlük kariyerinin başındadır.
İki gün sular kesilse çığırdan çıkıyoruz öyle değil mi? Suyun yokluğunda anlıyoruz ne denli değerli olduğunu. Şimdi de bir aralar burun kıvırdığımız Eric Gerets'i, Mircea Lucescu'yu aramıyor mu gözlerimiz? Takımı Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finaline çıkarmış, ligde şampiyon yapmış Lucescu'dan söz ediyoruz. Fatih Terim'in geri getirilmesi uğruna harcanan adamdan. Ya da Bir sezonda 83 puan toplayarak asla vazgeçmeden, son ana kadar saldırarak takımı 2005 yılında olağanüstü bir şampiyonluğa taşıyan Eric Gerets'ten bahsediyoruz. Peki bu adamlardan sonra elimize ne geçti? Koca bir hiç.
Şimdi biraz da şu bizim yeni yapılan stadyumdan bahsedelim. O kadar talihsiz bir zamana denk geldi ki bu iş. Küresel krizin tavan yaptığı şu günlerde, Galatasaray'ın anlaşma yaptığı Talu da, taşeron firmalarla anlaşmakta güçlük çekiyor. Sağda solda kredi arayıp bulamamaktan helâk olmuş vaziyette. Hal böyle olunca da işçilere paraları ödenemiyor, stadyum inşaatı aksıyor. Tam manasıyla bir talihsizlik. Bu konudagünah keçisi aranacaksa ben hiç kasmadan Eren Talu'yu gösterebilirim. Zaten onlar da başkalarını göseriyorlar. O başkaları da başkalarını. Böyle dönmüyor mu bu işler?
13 Mayıs 2009 Çarşamba
Galatasaray'da Neler Oluyor?
Sezon sonuna yaklaştığımız şu günlerde hem yönetim hem de sportif bazda bir garip hezeyan kaplamış bizimkileri. Son dakikada ödenen futbolcu paraları, teknik direktör konusundaki çelişkili ifadeler, her hafta değişen görüşler, kalıyor mu gidiyor mu belli olmayan futbolcular derken, ortalık şenlik yerine döndü yemin ediyorum. Bir dönme-dolaptır gidiyor. eğlenenini mi ararsın, yere düşüp ağzını burnunu kıranını mı...
Koca bir sportif ağı yönetmek elbette zor bir iş. Sırf futbol şubesi bile başlı başına armegeddon yeri annem. Bazen işler sürekli kötü gidebilir. Ya da en azından arada bir aksayabilir. Bunlar normal. Hele ki Galatasaray gibi bir kulübü yönetiyorsanız, elbette olacak. Yalnız anlayamadığım tek bir şey var. O da neden her seferinde Adnan Polat abimizin çıkıp da "bizi yıpratmaya çalışıyorlar" vay efenim "işler şahane gidiyor. çok güzel yapacaz edecez. bunlar hep bok atıyo" gibisinden sözler sarfettiği. Yahu işler aksar, her şey yolunda gitmez her zaman. Kimse Galatasaray mükemmel olmak zorunda demiyor ki. Ama eleştiri olduğunda, çıkıp da bir gün "evet hatalar yaptık. ama önemli olan bunları tekrar etmemek için çaba saerfetmek" diyebilse ya bir yönetici. Ha sanmayın ki bu yalnızca Galatasaray için geçerli. Al birini vur geri kalan kitleye be yavrum çocum.
Şurada geriye 3 hafta kaldı. Şampiyonluk da gidip gidip geliyor bir iki takım arasında. Bizim güzide takımımız da dördüncü bir şekilde mucizevi puan kayıplarını ve kazanımlarını bekliyor. Emre Güngör'ün geçenlerdeki bir maç öncesi yaptığı yarı espritüel diyaloğuna dikiz: "Abi durun yav, rakipler puan kaybeder belki, şampiyon falan oluruz." İnşallah be Emre'cim. Kim istemez ki... Olmayacak şey de değil, neler gördü bu futbol gubidiği Kethû şu garip hayatında. Neler olmadı ki ligimizde. Önemli olan Galatasaray'ın bu hale gelmesine duyduğumuz üzüntü tabii..
Gelelim gidecekler - kalacaklar mevzuuna. Aslında ben daha çok "gitmesi gerekenler" ve "kalması gerekenler" gözlüğünden bakmak istiyorum. Çünkü bir "kaave" sakini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, benim de oturduğum yerden yorum yapmaya hakkım var. Yasalarla bu hakkım korunuyor olmalı. (Okuyucuya ev ödevi: T.C Anayasası ve "Kaavede" oturan adamların futbol yorumlarıyla ilgili hüküm ve kararlar) Önce Forvet hattına bakalım. Milan Baros'u bırakan-satan-kaybeden-veren-gözden çıkaran bir tek Galatasaraylının bile olabileceğini sanmıyorum, düşünmek dahi istemiyorum. Herhalde son yıllarda Galatasaray'a transfer edilip de en çok işe yarar bir futbol oynayan yabancı santrfor olmalıdır kendisi. Jardel'den bu yana gelmediydi gayrı. "Yeaa Baroş da topcu mu canım" diyen 30'lu yaşlarını bitirmek üzere olan abilere buradan sesleniyorum: "Ali Lukunku'nun selamı var. Baros'un yerine ben oynarım diyomuş". Ümit Karan da bu sezon oynadığı futbolla da zaten gösterdi ki, kendisi artık ya futbol oynamak istemiyor, ya da ortalama bir süper lig takımında devam etmek arzusunda. Shabani Nonda'nın ise özellikle ikinci yarı performansının tam bir facia olduğunu söylemek, abartı olmasa gerek. Yani neymiş efendim, Baros abinin yanına şöyle hava toplarına hakim, güçlü fizikli bir partner şartmış.
Orta saha da bir acaip bolluk yeri. Arda'sından tut da Kewell'a, göbekte şarap gibi bekledikçe güzelleşen Ayhan'ından, istikrarlı adam Mehmet Topal'a kadar şahane bir genişlik söz konusu. Bir sağ açık birazcık muallakta. Orayı da aslen bir sol kanat oyuncusu olan Kewell dolduruyor. Arda, eğer iyi bir para verirlerse bu sene gidiyor gibi. Yerini solda Kewell gayet iyi doldurur. Yalnız eğer gitmezse -ki bu da düşük bir ihtimal değil hani- o vakit hesap tamam gibi. Lincoln konusunda çok açık ve net konuşuyorum; defalarca ve defalarca gördük ki, yararından çok zararı dokunan bir futbolcu bu. Dolayısıyla kalması neyi ifade edecek ki? Sezon boyu on-onbeş maç oynamayan bir adam, çıkıp da üç maç kazandırsa ne olur allaseen?
Defansta Uğur Uçar fırtınası geri dönüyor. İzlemeye doyamamaya başlamıştık ki, sakatlandı çocuk. Çok çok yazık oldu. Ama umarım dönüşüyle, çok özlediği ve özlettiği futboluna daha da güzellik katar. Sabri Sarığlu'na ise izninizle Kütahya Tavşanlı'ya ait bir uzun hava olan "Baay baay Hebinizzz" adlı türküyü armağan ediyorum. Hakan Balta için de "istikrar abidesi" klişesiyle bir tanımlamada bulunmak bu adama en hafif tabiriyle haksızlık. Yalnızca istikrar mı arkadaş? Attığı o muhteşem goller, hücuma ve savunmaya sürekli katkısı. Dört dörtlük performansı... Allah nazarlardan saklasın ne diyelim. Göbekte Servet-Emre(lerden birisi) durumu olacak gibi. Emre Aşık'ın maksimum iki sezon daha oynayacağını tahmin edersek, oraya ya Güngör ya da Bizim yeni oğlan Semih adapte olacaktır. Servet'in yerini tartışmaksa abesle iştigal olur efendiler. Ha illa Servet'in yanına bir transfer diyenler de var. Stoper alacaksanız iyi düşünün demekte de fayda var o zaman. Atsan atılmaz satsan satılmaz bir durumu var. Gerçi Meira'yı iyi sattık ama, her zaman tutmaz o şans. İyi düşünülüp, iyi tartılmalı yeni transfer. Gelelim transferin forvet hattıyla birlikte zaruri olduğu ikinci bölgeye: "kale". De Sanctis malum-ı âliniz bu sene yolcu. Yerine Atlethico'lu kaleci düşünülüyor. Emin değilim dostlar. Daha iyisi yok mu be abi? Emrah gibi ağlayacağım ya. Ha bana sorarsan Aykut'a teslim edelim kaleyi de, bu sefer de camianın yarısı başlıyor höykürmeye. Vay efenim bu kaleciyle başarı gelir miymiş de bik bik bik. İnanın sırf Camiamızın huzursuz olmaması için istiyorum kaleci transferini.
Velhasılı kelam yazacak daha çok şey var da, "Galatasaray'da Neler Oluyor - 2" başlığı altında yazsak daha iyi olur gibi. Haydi selametle...
20 Nisan 2009 Pazartesi
"Yerliler Daha Fazla İlerlemek İstemiyor"
18 Nisan 2009 Cumartesi
Mermi Boylum Lav Silahlım
19 Mart 2009 Perşembe
Aslında Ne Demek İstiyoruz?
Söylem: "Biz merkezde bir partiyiz"
Meal: "Gerektiğinde götümüzü sanayi burjuvazisine de veririz, aristokrasiye de. Küçük burjuvaya da vurdururuz, işçi sendikalarına da. Zengininden de isteriz oyu, fakirinden istemeyenin zaten iki yüzü kara. AB'nin de daşşaklarını avuçlarız, ABD'nin de. Elzem olsun tek, icabında Rusya'nın da."
Söylem: "Kriz psikolojik. Çok fazla büyütüyorlar."
Meal: "Ben gözünüzün içine baka baka sizinle dalga geçiyorum sayın halk. Siz de beni adam yerine koyup seçtiğiniz için öööyle aval aval bakıyorsunuz bana. Siz o güzel kafanızı yormayın. Sanki bundan önce çok müreffehtiniz mına koyim. Psikolojik olduğuna inandırın kendinizi ne var yani?"
Söylem: "Gerekli ekonomik önlem paketlerini açıklayacağız. Hamdolsun kimseyi mağdur etmedik, etmeyeceğiz."
Meal: "Benim burjuvam, benim zenginim parasını kaybetmesin. Sermayesi dönmeye devam etsin. Benim koca tüccarlarım daha az satıp servetlerini yitirmesin. Allah muhafaza ya ekonomi dönmez olursa? Aklını seçim sandığına götürmeyen andaval halkım benim. Siz sanıyorsunuz ki biz bu ekonomik önlem paketlerini sizin için alıyoruz. Banane sizden ve ihtiyaçlarınızdan. Nasıl olsa alışkınsınız bi şekilde yaşamaya. Benim burjuvam kaybetmesin yeter. Ya üretim azalırsa, ya ekonomi sekteye ugrarsa? Bakın işletmeler kapanıyor bir bir. Yazık değil mi o kadar patrona, sanayiciye? ÖTV'yi ne diye indirdik? Sen daha ucuza ekmek alasın diye mi mal herif. Benim burjuvam sermayesinden-mülkünden olmasın diye herhalde. Aklını başına al artık. Bunun adı "Ka-pi-ta-li-zm". Özetle sen ve senin ihtiyaçların için değil, sermaye için ekonomi!"
Son söz yerine;
Söylem: "Ben, ülkemi pazarlamakla mükellefim."
Meal: "Ben, ülkemi pazarlamakla mükellefim."