23 Aralık 2009 Çarşamba

"Meclis'imizi Tanıyalım 2009" Yılsonu Deneme Sınavı


1-) Ensar Öğüt, Canan Arıtman ve Onur Öymen triosunun birleştikleri noktalar, aşağıdaki seçeneklerin hangisinde doğru olarak yer almıştır?

I. Her üçü de ırkçı ve faşist politika yanlısıdır.
II. Her üçü de aynı partinin üyesidir.
III. Bağlı bulundukları partinin 87 yıldır değişmeyen kemikleşmiş düşüncelerini yansıtırlar.
IV. "Senin soyadın Davutoğlu mu, Davutyan mı?" diye soran vekil de bu triodandır.

a) Yalnız I
b) I-II
c) II-III
d) I-II-III
e) I-II-III-IV

2-) Aşağıdaki siyasi partilerden hangisi, yakın tarihte "zinanın yeniden suç sayılması" için yasa tasarısı hazırlamaya meyletmiş, ancak özellikle AB kamuoyundan gelen tepkiler üzerine vazgeçmiştir?

a) Akepe
b) AKP
c) AK Parti
d) Adalet ve Kalkınma Partisi
e) A.K Partisi

3-) Aşağıdaki siyasi partilerden hangisi, siyasi hayatı boyunca milliyetçi refleksler ve tepkiler neticesinde ayakta kalabilmiştir?

a) Vampir Partisi
b) Yarasa Partisi
c) Kan Yok Mu Kan Partisi
d) Milliyetçi Hareket Partisi
e) Vergazı Partisi

4-) "Barış, demokrasi, özgürlük" pankartlarının en çok açıldığı, aynı zamanda en çok camın çerçevenin indiği, en çok kişinin yaralandığı mitingleri, aşağıdaki partilerden hangisi gerçekleştirmiştir?

a) DTP
b) Meclisegirip Şansımızı Kötü Değerlendiriyoruz Partisi
c) Tabanımızdanolmamasınarağmen Bizeparlementodaolmakiçin Oyverenlerinyüzünükaraçıkarıyoruz Partisi
d) Barışyolunda Öylekararlıvegüçlüyüzki Öcalanınikidudağının Arasınabakıyoruz Partisi
e) BDP

27 Kasım 2009 Cuma

Hoşçakal "The Answer"


"Nba’den emekliliğimi açıklıyorum.

Hayatım boyunca basketboldan ancak takımıma alıştığım şekilde yardım edemeyeceğim zaman emekli olacağımı düşünürdüm. Ancak durum böyle olmadı. Hala basketbolu çok seviyorum, oynama isteğim var ve çok iyi de oynayabilirim. En üst seviyede oynayabileceğimden eminim. Emekliliğim sayesinde eşim ve çocuklarımla daha çok vakit geçirme şansım olacak. Bu, parkede kazandığım her şeyden daha da büyük bir ödül. Hep bugün için dua etmiştim ve bu anı hayatımın en büyük hediyesi olarak görüyorum.

Reebok çalışanlarına iniş çıkışlara dolu kariyerimin her döneminde beni destekledikleri için çok teşekkür ediyorum. Nba’de 13 harika sezon geçirdim ve buna minnettarım.
Dünyanın her yerindeki taraftarlarıma, tüm kariyerim boyunca benimle oldukları için teşekkür ediyorum. Siz olmasaydınız ben de olmazdım. Bana verdiğiniz desteği kalbimin derinliklerinde hissettiğimi bilmeniz gerekiyor. Teşekkür ederim.

Michael Jordan, Magic Johnson, Isiah Thomas, Charles Barkley ve Larry Bird... Sizler bana vizyon ve sonsuza dek kalbimde yer alacak basketbol sevgisini kazandırdınız. Her gün basketbol oynamam için beni cesaretlendiren ve bana ilham veren annem, tüm ailem ve en başından bu yana yanımda olan arkadaşlarım. Teşekkür ederim. Lisedeki antrenörüm Michael Bailey, Georgetown Üniversitesi’ndeki antrenörüm John Thompson, Larry Brown ve diğer antrenörlerim, takım arkadaşlarım, yöneticilerim, patronlarım ve kariyerimin bir parçası olan tüm çalışanlar. Sizlere de teşekkür ederim.

Memphis halkına da özel olarak teşekkür etmek istiyorum. Grizzlies’teyken iç sahada hiç maç yapamadım, ancak muhteşem takım sahibiniz Michael Heisley’nin bana verdiği fırsatı ve şehrin desteğini unutmam mümkün değil. Memphis Grizzlies organizasyonuna başarılar diliyorum.

Ve son olarak Philadelphia şehri... Sixers formasıyla harika anılarım var. Tüm Philly taraftarları, sizlere teşekkür ediyorum. Sesiniz kulağımda bir müzik gibi yankılanacak... Tanrı hepinizi korusun.

Allen Iverson"

16 Kasım 2009 Pazartesi

Çeçenistan'daki Zulmün Tablosu



"1994-1996" savaşında uluslararası resmi verilere göre Çeçenistan'da 100.000 insan hayatını kaybetti. Bunların yüzde 20'si çocuktu. Çeçen resmi kaynaklarına göreyse 94-96 ve 99-2002 savaşlarının toplam sivil kaybı 500.000'in üzerindeydi. Ruslar hava bombardımanlarında apartmanları, hastahaneleri, pazar yerlerini hedef aldılar. Parlemento binasının bombalandığı tek bir hava saldırısında 1000'e yakın sivil öldü. Binlerce insan kayboldu, işkenceler, tecavüzler, gasplar bizzat Rus ordusunca icra edildi. Uluslararası kamuoyu ve BM her zamanki gibi tepkisiz kaldılar. Ülkesini savunan Çeçenleri tanımlamak içinse "Çeçen Terörist" kâfiydi.

1999 yılında Rusya, Dağıstan'daki iç olayları bahane edip bir kez daha Çeçenistan'ı işgale başladı. Savaş 2002'ye dek sürdü. 94-96 Savaşından farksız görüntüler yine devam etti. Ruslar çeşitli operasyonlar, hava harekatları ve bireysel-spesifik cinayetlerle birlikte uluslararası resmi verilere göre 150.000 insanı katletti. Bunların 87.000'i hiçbir resmi görevi olmayan sivillerdi. 17.000'i ise bütünüyle çocuklardan oluşuyordu. İhlal edilmeyen tek bir insan hakları maddesi bırakmayan Rus askerleri cinayet ve işkencelerine son vermediler. Hiç kimse yargılanmadı, hiç kimse ceza almadı...


Tüm bunlara karşın, tüm dünyanın gözü önünde olup bitenlere rağmen, Tiyatro baskını ve Beslan baskını nedeniyle Şamil Basayev ve Çeçen direnişçiler "Bebek katili" ilan edildi. Bütün bu veriler ışığında eski Rus Meclis Başkanı Hasbulatov bir konferansta yer alan konuşmasında; "Söyler misiniz bana şimdi kim kimi öldürüyor? Terörist olan kim?" diyerek Rus devletini açıkça suçladı. 20 yıl KGB ve devamı olan FSB için çalışan ve Rusya tarafından "devlet düşmanı" ilan edilen Rus ajanı Albay Alexander Litvinenko (2006 yılında FSB tarafından zehirlenerek öldürülmüştür), her iki savaşta olanlara bizzat tanıklık etmiş birisi olarak Rus icraatlarının "Nazi Faşizminden farksız" olduğunu söyledi.

İki savaş sonunda 200.000'e yakın kişi yaralandı ya da sakat kaldı. 190.000 kişi evlerinden ayrılmak zorunda kaldı ve mülteci oldu. "Rusya, Çeçenistan'da insanları, endüstriyi, ekolojiyi sistemli bir şekilde yok ederek tam bir devlet terörü uyguluyor. Üstüne üstlük Çeçenleri terörizmle suçluyor" diyen Hasbulatov, sürdürülen iki savaşta da bundan çıkar sağlayan üst düzey askerlerin olduğunu belirtti.

2002'den bu yana yaşanagelen en büyük trajedilerden birisi ise adam kaçırma olayları. Gayrıresmi bir şekilde Rus askerleri ya da işbirlikçileri tarafından her gün, her hafta bir insan ortadan kaybediliyor. Görgü tanıkları birçok defa bu kişilerin zırhlı bir personel taşıyıcıya ya da bir kamyonete bindirilip götürüldüğünü söylüyor. Gizli hapishaneler, sorgu ve işkence evleri ortaya çıkıyor. Rus resmi mercilerin, sivil gözaltıları yalanlamasına karşın, kayıpların sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Oğlu kaybolan annelere hiç kimse hiçbir açıklama yapmıyor/yapamıyor...

7 Kasım 2009 Cumartesi

Ahlat


Ah ahlat.


Gayrı sen "âh"ların ağacısın. Yalnızsın çünkü. Evvela erken büyür, geç olgunlaşırsın. Kasımdadır güzelliğin. Yalnızlığın yoldaşı, üç beş göçer kuştan gayrı yoktur dostun. Dedik ya âhlar ağacısın diye. Öyle bir hüzün vardır üstünde, bilirim. Bozkır rüzgarlarında, makilerin ortasında bazen. Kuş uçmaz, kervan geçmez dediklerinde... Sen ki, ancak anlayanların ulaştığısın. Ne armuda benzersin, ne elmanın tadına. Kuşlara verirsin selamını, meşeyle ardıca ulaştırsın diye. Kasımdadır hasadın. O da göçer kuşlar gelir de, senle bayram ederse elbet. Yoksa döker döker açarsın, mahzun mahzun. Diyecek yok. Sonsuza değin, naçarsın.

Bir yakada veya öbüründe değil de, koca bir çayırın ortasındasın. Ve hep ama hep, gelip geçenin şöyle bir göz ucuyla baktığısın. Her seferinde, armud olmadığını anlayıp yüzlerini buruşturdukları. Gülersin ya hüzünle, acıya gülersin ya hani. Ah ahlatım, bilirim. Bilmez miyim kabuklarının dökülüşünü, çiçeklenişini bir taraftan inatla. Bilmez miyim... Gözümün önünden gider mi sanırsın?

Bahar geldiğinde yine gözümün önünde, yine benliğimi gördüğüm o çiçekli dallarında selamını alırım. Kasımda yakandayım, döktüklerini toplarım. Vefalı da değilim ahlatım, bilirsin bir geliriim, bir gelmez olurum. Ama görürüm ya, çektiğini bilirim ya. Döküp döküp açtığını anlatırım ya hep. Güzelleş yine haydi, bak kasım da geldi...


24 Ekim 2009 Cumartesi

"Dünyayı 5 Dakikalığına Susturan Çocuk"

Yıl: 1992. Yer: Birleşmiş Milletler Dünya Zirvesi, Rio de Janerio.
...
“Merhabalar, ben Severn Suzuki, Çevresel Çocuk Organizasyonu (ECO) adına konuşuyorum.
Biz Kanada’dan 12 ve 13 yaş gurubunda olan çocuklarız ve bir fark yaratmaya çalışıyoruz; Vanessa Suttie, Morgan Geisler, Michelle Quig ve ben. Buraya gelmek için gerekli parayı kendimiz topladık ve beş bin millik yolu, siz yetişkinlere, yöntemlerinizi değiştirmeniz gerektiğini söylemek için geldik.

Burada hiçbir gizli amacım olmadan geldim. Ben geleceğim için mücadele ediyorum.
Benim geleceğimi kaybetmem, bir seçimi kaybetmek gibi bir şey değil. Ya da stok piyasasında birkaç puan kaybetmek değil. Ben burada bütün gelecek nesiller için konuşuyorum.
Ben, dünyanın her tarafında çığlıkları duyulmayan ve açlıktan ölmek üzere olan çocuklar için konuşuyorum. Ben, dünyanın üzerinde gidecek başka yerleri kalmadığı için ölmekte olan sayısız hayvan adına konuşuyorum.

Ben, şimdi gün ışığına çıkmaya korkuyorum, çünkü ozonda delikler var. Havayı ciğerlerime çekerken korkuyorum çünkü içinde hangi kimyasallar var bilmiyorum. Eskiden Vancouver’da babamla balığa giderdik. Birkaç yıl önce her tarafı kanserli bir balık bulduk. Ve şimdi gezegenimizdeki hayvanların teker teker soylarının tükendiğini öğreniyoruz. Sonsuza kadar yok oluyorlar…

Hayat sürem içinde, sürüler halinde dolaşan vahşi hayvanları görebilmeyi düşlüyorum. Yabani kuşları ve kelebeklerle dolu yağmur ormanlarını… Fakat şimdi merak ediyorum bunlar benim çocuklarımın görebileceği zamana kadar bile dayanabilecekler mi?

Benim yaşlarımdayken böyle küçük şeyler için endişelenmek zorunda kaldınız mı? Bütün bunlar şimdi gözlerimizin önünde oluyor ve bizler, sanki elimizde sınırsız çözüm olanağı ve sınırsız zaman varmış gibi davranıyoruz. Ben sadece bir çocuğum ve bütün çözümlere tabii ki sahip değilim. Fakat farkına varmanızı istiyorum ki bütün çözümlere siz de sahip değilsiniz:

· Ozon katmanındaki deliği nasıl onaracağınızı bilmiyorsunuz.
· Su akımı öldüğünde Somon balığını nasıl geri getireceğinizi bilmiyorsunuz.
· Şimdi soyu tükenmiş olan hayvanları nasıl geri getireceğinizi bilmiyorsunuz.
· Şimdi yerlerinde koca çöllerin olduğu ormanları nasıl geri getireceğinizi bilmiyorsunuz.

Madem nasıl onaracağınızı bilmiyorsunuz, o halde lütfen bozmaktan vazgeçin!

Burada hükümetlerinizin temsilcileri olabilirsiniz, iş adamları, organizasyoncular, gazeteciler ya da politikacılar; fakat gerçekte siz annelersiniz ve babalarsınız, teyzelersiniz, amcalarsınız ve hepiniz birilerinin çocuklarısınız. Ben hala bir çocuğum ama biliyorum ki hepimiz ailenin bir parçasıyız, 5 milyar gücünde daha geniş bakacak olursak 30 milyon tür gücünde ve hepimiz aynı havayı paylaşıyoruz, aynı suyu ve toprakları. Sınırlar ve hükümetler bunu asla değiştiremez.
Ben hala bir çocuğum ama burada aynı şeyin içinde olduğumuzu biliyorum ve tek bir dünya gibi tek bir amaca doğru ilerlememiz gerekir.

Kızgın olsam da kör değilim, korku içinde olsam da dünyaya nasıl hissettiğimi söylemekten korkmuyorum. Benim ülkemde çok fazla israf var. Satın alıyoruz ve atıyoruz, satın al ve at gitsin ve kuzey ülkeleri henüz yoksul olanlarla paylaşmıyor. İhtiyacımızdan fazlasına sahip olmamıza rağmen, zenginliğimizin bir miktarını kaybetmekten korkuyoruz.
Paylaşmaktan korkuyoruz…

Kanada’da ayrıcalıklı bir yaşam sürüyoruz. Çokca yiyeceğimiz, suyumuz ve barınağımız var. Saatlerimiz, bisikletlerimiz, bilgisayarlarımız ve televizyonlarımız var. Bu listeyi bitirmek iki gün alabilir. İki gün önce burada Brezilya’da, sokakta yaşayan çocuklarla birlikte vakit geçirdik ve gerçekten şok olduk. Bu çocuklardan bir tanesi şöyle dedi: “Keşke zengin olsaydım. Eğer zengin olsaydım, bu sokaklarda yaşayan bütün çocuklara yiyecek, elbise, ilaç, sığınacak bir çatı, sevgi ve şefkat verebilirdim.”

Sokakta yaşayan ve hiçbir şeyi olmayan benim yaşımdaki bir çocuk paylaşmaya bu denli gönüllüyse, neden biz her şeye sahip olanlar hala bu kadar açgözlüyüz?

Benimle aynı yaşta olan bu çocukları düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum, nerede doğmuş olduğunuz nasıl da büyük farklar yaratıyor. Ben de onlardan birisi olabilirdim, Rio’nun Favellas bölgesinde yaşayanlardan. Ya da Somali’de açlıktan ölmek üzere olanlardan birisi olabilirdim. Ortadoğu’da savaş kurbanı olanlardan birisi veya Hindistan’da bir dilenci…
Ben henüz sadece bir çocuğum, ama savaşlar için harcanan onca para yoksulluğun ve çevresel çözümlerin bulunmasında kullanılsa, dünyanın nasıl harika bir yer olabileceğini biliyorum.
Okullarda, hatta anaokullarında bile bize nasıl davranacağımızı öğretiyorsunuz:
· diğerleriyle kavga etmeyin,
· çalışkan olun,
· diğerlerine karşı saygılı olun,
· dağıttığınızı toplayın,
· diğer canlılara zarar vermeyin,
· paylaşın, açgözlü olmayın.

Peki madem öyle, bize yapmamamızı söylediğiniz şeyleri neden sizler yapıyorsunuz?
Bu toplantıya katılan sizler sakın unutmayın bunu kimler için yaptığınızı, bizler sizin kendi çocuklarınızız. Nasıl bir dünyada yetişeceğimize sizler karar veriyorsunuz. Ebeveynler çocuklarını rahatlatabilmek için “Her şey güzel olacak” diyebilmeli ve “Elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz” ve bir de “bu dünyanın sonu değil”… Ama artık bunları söyleyebileceğinizi sanmıyorum. Sizin öncelikler listenizde bile yer alabiliyor muyuz?

Babam her zaman “Sen yaptığın şeysin, söylediğin değil” der ve sizin yaptıklarınız geceleri beni ağlatıyor.

Siz yetişkinler bizleri sevdiğinizi söylüyorsunuz. Size meydan okuyorum, lütfen yaptıklarınız sözlerinizi yansıtsın…

Teşekkürler.”


18 Ekim 2009 Pazar

Gördüğüne İnanma (Ulus Baker'in anısına)


"Geçmişin hayaletleri arasında değiliz. Ölmemişse Ulus yaşıyorsa aramızda, dilimizde, en önemlisi kalbimizin en titrek ama en kuvvetli odacığında, O'ndan her dem bahsetmek gerekir. Ayaklarında ayakkabısı olmayan bir çocuk sokakta geziyor gecenin bir yarısı. Kalbin ince bir sızı içinde kalmış. Naif ve Kırılganlaşıyorsun gayri ihtiyari. Zamanın gelmişse gözlerin doluyor. Ve düşünüyorsun o çocuğun neden bu hale geldiğini, nasıl bu hale geldi dünyamız. Düşünüyorsun bir yandan hani. Elini uzatasın geliyor yardım için...

Peki sonra şimdinin hayaletleri geliyor başucuna. Anası nerde diyorsun, babası yok mu bunun. Tinerci kesin. Tehlikeli aslında gece yarısı sokakta dolaşması. Polisi arayayım mahallede bi şeyler çalar bu.... Uzar gider gördüğüne inandığın için. Kalbinin sesini dinlemediğin için gördüklerine gösterilerilenlere ram olduğun için kalbinin o sızısı sana ayıp gelir. Arabesk gelir. Absürd gelir.

O kalp sızısı aslında kurtaracakken bir sürü şeyi sen sertleştirmek istiyorsun. O sızı aslında en sağlam metalken dağıtmak için bu zülmü - bu çarkı sen silkinip ipek bir zırha bürünüyorsun kuvvetli olmak için. Gördüğüne inandın: o çocuklar tehlikeli."

anaresk, 25.09.2009 03:16
sozluk.sourtimes.org

12 Ekim 2009 Pazartesi

Seyyah Kethûda Çelebi'nin Mâ'cerâları "Episode-2"


29 Eylül 1790, Sabah, St Martha Kayalıkları.


Dün sabah müthiş bi sevinç yaşadık cümbür cemaat. Meğer biz hakikaten de Bahamalar yolundaymışız. Amerika'ya varacağımızı eninde sonunda biliyordum, ama daha güneyde muhtemelen Barbados civarında karaya çıkacağımızı düşünüyorduk Cevahir'le. Dün sabah o dört çatallı çamı görüp, yanındaki şelaleyi farkedince Bahamalar'a vardığımızı anladım. Şaka gibiydi. Hemen Cevahir'le Nicholası çağırdım bağırıp. Tayfalar'a "Geldik olum Allahıma geldik!" diye nağralar atıyordum. Herkes sevinçten birbirine sarıldı. Nicholas da kaybolduğumuzu biliyor, ama bize çaktırmıyormuş meğerse. "Kaptan" dedi. Vallaha iki haftaya daha düze çıkamasaydık, senin götü dişlemeye yemin etmiştim dedi. Ben de "ulan seni keraneci" diye gülerek vurdum ensesine.


Şu an St.Martha kayalıklarındayız. Bölgedeki yerliler bizi görünce telaşa kapıldılar. Ama hala yaşadığını umduğum kabile reisleriyle geçmişten kalma bi hukukumuz olduğundan çok tasa etmedim. Üç-beş kopil geldi yanımıza, yamyamcamı konuşturdum, gidin çağırın reisinizi ibneler diye bağırdım. Cevahir'le Nicholas yerli dilini nerden ögrendiğimi sordular. Ben de "daha evvel bunlarla beş yıl yaşamışlığım var" diye yanıtladım. Halbuki sekiz yıl önce daha çok genç bi denizciyken aynı yerde esir düşmüş, üç ay boyunca bi kafeste göt oğlanı gibi sağa sola gezdirilirken öğrenmiştim üç beş kelam. Daha sonra araya diplomatlar falan girmiş, beni salıvermişlerdi. Reisleri taşşaklı adamdı, ama alkolü alınca yavşağın teki oluyordu ihtiyar. Hastasıydı romun-şarabın. Selanik'ten getirdiğim iki kasa meyve şarabı vardı. Gelir gelmez şarap sordu bana zaten hayvan herif. Ulan dedim Honulu, senin yatacak yerin yok pis herif. Benim hafif sinirlendiğimi görünce hemen yavşadı. "Ah devrem nerelerdesin sen ya, gel hele otur bişeyler yedirek size" dedi. Şarapları koydurttum önüne. Gözleri fırladı yerinden godoş herifin. Sonra tayfalar, ben, Nico, Cevahir hep beraber oturduk sofraya...


Akşama doğru bunlar başladılar şarapları götürmeye. Biz de Cevoyla gemiye geri döndük. Tamir edilmesi gereken bazı şeyler vardı. Reisin verdiği ananasla avakadoları depoya taşıdık. Tayfaların bi kısmı da dinlenmek için izin isteyip gemide kaldılar. Biz de geri dönüp şenliğe katılalım dedik. Ulan bir baktık bizim Nicholas ateşin etrafında dans eden manitaların arasına kaynamış, kur yapıyo. Vay dedim köftehora bak. Cevo da manitaları görünce aklı gitti. Bir yıldan fazla zamandır denizlerdeyiz. Elimize hatun eli değmedi. Tayfalar dahil hepimiz çok fena durumdayız. Yol boyu güvertede götçülük başlıycak diye ödüm koptuydu. Allahtan kimse kimseye sulanmadı da bi kaza bela çıkmadı. Umuyorum burdan manita kaldırırlar, yoksa korkarım beni s.kecek kitapsızlar. Reisin yanına gidip konuştum, Topu topu yirmi kişiyiz dedim. Tayfalara bi güzellik yaparsın dedim. Birden sesini yükseltip "pezevenk miyim lan ben" diye çıkıştı. Elini omzuna attım. Bak dedim Honulu, biz eski dostuz. Bu tayfalar bir yıldır denizlerde. Burda sevişmezlerse, yeminliler seni s.kicekler dedim. Daha az önce duydum, kendi aralarında "reisin bıngıldaklar da kütür kütürmüş" diye konuşuyolardı. Durum vahim devrem dedim. Reis ben öyle anlatınca epey gözü korktu. İki tane herif çağırdı, bunlara emirler yağdırdı yolladı. Sabah olurken bizim tayfalar manitaları takmışlar kollarına hindistan cevüzü ağacı gölgesi arıyolardı. Kriz çözüldüğü için mutluydum. Cevoyla Nico ya da destur verdim gitti ibneler eheh.


Buraya daha evvel geldiğimde esir düştüğüm zaman beni koruyup kollamış bi Maigu ustam vardı. Yanına uğrayıp elini öptüm. Yamyam mamyam ama çok kalender adamdır Maigu usta. Bana en son yaptığı arbeleti gösterdi. Bi s.ke benzediği yoktu ama, yaşlı adamdır morali bozulmasın diye "usta on numara olmuş piyüüüü vay vay vay..." diye numara çektim. Yanına bi şişe rakı bıraktım, helallik aldım. Herhalde bikaç gün daha burdayız. Tayfalar iyice dinlensinler. Ben de reisi yolayım biraz Nassau'ya gitmeden. Epey tropik meyvemiz var aslında. Ama yine de gelmişken iyi yolmak lazım keraneciyi. Pinti herifin tekidir çünkü, çıkarı yoksa hayatta yanaşmaz. Pirinç de var ibnenin ambarlarında biliyorum. Biraz da pirinç alırsak depoyu doldurucaz inşallah. Vakit buldukça yazıyorum. Yerli manitalardan biri su ısıttıydı, bi duş almaya gidiyim, gohuyorum artık pislikten. Yazarım yine canım benim.

6 Ekim 2009 Salı

Seyyah Kethûda Çelebi'nin Mâ'cerâları "Episode-1"


- Kaptan ne yöne gidiyoruz? Allahını kitabını seviyosan bişey de ya!
- Kaptan kaptan! Yeter lan. Nereye gidiyomuşuz. Kaptan da navigasyon aleti zaten mına koyim.
Ne biliyim olum ben.

18 Eylül 1790, Öğlen saatleri, Atlantik'te bi yerler.

Gemiyle Selanik'ten ayrılalı tam 13 ay oldu. Ve biz Lizbon'u geçtiğimizden beri yönümüzü kayıp etmiş, bir oraya bir buraya savruluyoruz. Aylar boyudur yol alan sefil denizcileriz. Konstantiniyye'den getirttiğim Macar yapımı pusulayı martılar denize düşürdü. O Nicholas ibnesine dedim. Şu agzına sıçtımının pusulasını balıklarla aynı yere koymayın dedim. Hayvaonğlu hayvan martılar balık çalıcam derken denize düşürdüler pusulayı. Gitti caanım alet. Elimizde eski bir harita. Dolanıp duruyoruz mına koyim. Bi seyir katibim Cevahir biliyo kaybolduğumuzu. Tayfalar bi bilse var ya, ağzımıza sıçarlar ağzımıza. Her gördüğümüz kayacığa, her ada parçasına bi isim takıyorum. Aha diyorum burası Melany koyu, aha berisi Lincoln Town. Adamları daha ne kadar kekliycem bilemiyorum. Garipler Lizbon'dan beri Bahamalar yolunda olduğumuzu sanıyorlar. Bir iki tanesi bizim Cevahirle konuşmalarımızı duymuş. Geçen kamarama geldiler. "Kaptan biz şu an Bahamalara gidiyoruz di mi?" gibisinden mırın kırın ettiler. Hemen bağırıp çağırdım. Ulan dedim, sizin gotünüzde don yoktu sizi buraya tayfa yaptım. Alayınızı ben besliyorum diye söylendim. Bakın yarın bi gün ölücem, bu gemi size kalacak. Bu çarkı siz çeviriceksiniz dedim. Arkamı döndüm, gözlerimden yaş geliyomuş gibi elimle hayali yaşlarımı silme numarası yaptım. Kaptan ver elini öpiyim diye atladı biri, çık git burdan Bors diye çıkıştım. Ben sizin geleceğinizi düşünüyorum oğlum dedim. Yolladım bunları.

Fırtınalardan yırttıkça Nicholas'la beraber yön belirlemeye çalışıyoruz. rotayı batı yönünde tutuyoruz. Ama birkaç fırtınadan sonra günlerce şuursuz yol aldığımızdan, Nerelerdeyiz bilmiyoruz. Tahminim Güney Amerika sahillerine ulaşıcaz rabbim izin verir de yaşarsak.

Gemide şimdilik erzak bol. Altı gündür fırtına da yok. Kuvvetli keşişlemeyi aldık arkamıza, şişirdik yelkenleri gidiyoruz anasını satıyım. Allah büyük ya varırız bi yerlere yine. En son iki hafta önce bi adaya denk geldik. Girdik muzdu, yabani ottu. Ne varsa topladık koyduk sandıklara. Tayfa tayfa değil karınca sürüsü şerefsiz herifler. Ulan hepi topu yirmi kişi bi taburluk yemek yiyo ibneler ya. Hele bi Martiguez var, koduum şişkosu. Ulan sabah kahvaltısında alayımız peksimete takılırken, bi baktım herif arkada muz sandıklarını boşaltıyo. Ensesine bi Osmanlı tokadı yerleştirdim lavuğun, iki seksen uzandı yere. Ulan dedim bu kadar adam eşek başı mı da peksimet yiyo. Ya işte kaptan da, üç gündür boğazımdan yemek girmedi de, Farenjitim de bilmem ne. Allahım yarabbim yaresulullah ya. Biz 13 aydır denizde fırtınalarla, adalarda yerli denen ibne evlatlarıyla boğuşuyoruz. Bu adam bana farenjitim diyo. Çok kızdım günlük çok. Hiç sorma. Verdim sopayı, yolladım aşağı.

Şimdilik deniz sakin, tayfaların karnı doydu uyukluyolar. Ben de Cevahir'le pişpirik atıyorum. Haritayı önümüze alıp ülke fethetmece falan oynuyoruz. Yine yazarım Allah izin verirse. Öpüyorum canım benim.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

"Byzantion / Nova Roma / Konstantiniyye / Pâyitaht / İstanbul"


Heyhat!

Patetesli börek 1.5 lira

50 cl Efes 3.5 lira

Akbil ikinci basım ücreti 1.5 lira

Bir metreden Bandista konseri, paha biçilemez =)

***

Bir adet dört toplu dondurma 2 lira

İki porsiyon su böreği 4 lira

İki büyük iki küçük çay 8 lira

Çengelköy'de Boğaz'a nazır bir kahvaltı, paha biçilemez =>

***

Akbil ilk basım ücreti 80 kuruş

Yenikapı-Kadıköy feribotu 6 lira

Çatlak gevrek 75 kuruş

Boğazın sularında Adalet Kasrının seyri, paha biçilemez =J

***

Bir şişe Hamidiye suyu 50 kuruş

Bir kutu kola 1.2 lira

fotoğraf makinesi için pil 4 lira

Sultanahmet'te mest olmak paha biçilemez =}

***

İzmir Bandırma tren bileti 13.75 lira

Bandırma - İstanbul feribot bileti 25 lira

Konstantiniyye'nin güzelliğini Nida ve Sedef'in yarenliğinde keşfetmek, pahası mı kaldı? =]

*****

(Bugün de gezelim görelimin reklamını yapayım dedimdi)

31 Temmuz 2009 Cuma

Galatasaray'da Neler Oluyor? (3)


Heyhat!
Ne güzel kadro kurduk be yavrular!
İş malzemeyle olmuyor, aşçısına bakacaksın pişen yemeğin diyenler için de üşenmedik Rijkaard'ı getirdik. E yalnız her şey bu kadarla da bitmiyor. Bir de bu mutfağın ait olduğu bir bina var. Bina her yere borçlu, binbir türlü derdi var. Ama içinde ve dışında isteyen, inanan insanlar var. O halde neden olmasın güzel bir akşam yemeği ziyafeti ha canlarım?

Bir-iki ay kadar evvel yazdığım yazıda da söylemiştim, bu takımın bir santrafora ihtiyacı var diye. Hala söylüyorum. Baros her zaman çok iyi olmayabilir ve her zaman yanındakilerce iyi beslenemeyebilir. Ona bir yardımcı, en azından bir alternatif lazım. Çünkü zor günlerimiz olacak ileride. Ve olası bir sakatlıkta bu adamın yerine koyabileceğimiz doğru düzgün bir striker'ımız yok.

Onun dışında sizin için paintte kadromuzu hazırladım, aha da paragrafın altına koyuyorum. Her şey hemen hemen tamam gibi. Keita-Kewell ikilisinden ancak bir tanesinin Rijkaard'ın düşündüğü sistemde oynayabileceğini varsayarsak da, yedek kulubemiz güçlenecek. Ha başka alternatifler de bulunabilir neden olmasın. Kadroda yalnızca birkaç tereddüt ve eksiklikten bahsedebiliriz. Elbette her şey mükemmel olmak zorunda değil. Ama yine de geçen sene en az bir onbir daha çıkaracak kadar fazla ve kaliteli bir yığın futbolcumuzun aynı anda sakatlandığını unutmayalım. Hatta ve hatta dört stoperimizin dördünün birden olmadığı maçları hatırlayalım. Hani Kewell'ın ve Mehmet Topal'ın stoper oynadığı maçlar...
Şimdi bu kadro sadece bir şablon. Eğilip bükülebilir, yerler değiştirilebilir. İşin formasyon-taktik kısmına hiç girmiyorum. O kadarını yorumlamak için çok kalifiye sayılmam. Şimdi kale tamam bir kere. Akşamki maçtan itibaren Leo kaleyi aldı. Bi daha da bırakmaz gibi görünüyor şimdilik. Sol bek Hakan Balta, sonsuza dek orada kalacak gibi zaten. Allah daim eylesin. Servet de değişmeyen stoperimiz. Yalnız yanında Gökhan'ın oynaması demek, tandemi iki ağır adama emanet etmek demek ki, hakikaten göte getirebilir takımı olası bi bocalama anında. Bana sorarsanız iyileşip form tutmaya başlayacak bir Emre Güngör, yine kronik sakatlıklarına geri dönmezse Servet'in yanında kapar yerini. Ha olmadı Emre Aşık gibi bir istikrar abidesi var. Zan'la Servet'i yanyana oynatmaktansa yalnızca Servet'i oynatıp yanına Emreler'den birini takviye etmek en mantıklısı.

Sağ bekteki durumumuz destansı olduğu için çok fazla bahsetmeyeceğim, çarpılırım neme lazım. Elimizde Sabri Sarıoğlu diye bir fenomen var. Gattuso'nun yandan yemişi kendisi. Hırs desen bunda, azim desen bunda. Doksan dakika keklik gibi koşuyor canına yandığım. Hani ayağına denk getirirse de kodumu oturtuyor kaleye. Yalnız sorun da o zaten. "denk getirirse". Yoksa topu diğer yarımküreden alır getirirsiniz... Defansif yönünü biraz daha geliştirmesini beklemek çok mu hayalcilik, bilemedim ki... Yerine her an Lucas Neill gelebilir haberiniz olsun. Gerçi para da kalmadı ya...

Uğur Uçar... Ah yavrum ah. Son iki senede en çok üzüldüğüm şey bu çocuğun sakatlanmasıydı. Tam da "Gökhan Gönül'ün bile pabucunu dama atacak bir sağ bek geliyor" diyorduk ki, katil Konya zemininin maktülü oldu. Sonra bir de Galatasaray Sağlık ekibi mahvetti kendisini. Bir oyuncunun sakatlığı 13 ay sürer mi ya?

Elano'nun forvet arkasında oynaması hemen hemen kesin gibi. Yalnız bir süre daha orayı, sezonun başından beri o mevkiiyi hasbel kader idame ettiren Arda'ya emanet edeceğiz. Elano'nun takıma adaptasyonu en az bir ay sürecektir, kezâ Keita için de böyle durum. Arda da oyunu daha iyi okuduğu, kendisini daha iyi hissettiği sol açığa yerleşecektir büyük ihtimalle. Hem futbola Ronaldinho'nun zamanında kazandırdığı bir "LCAM" mevkii var. Hah işte, Arda da tam onun adamı. Göynünce gezinsin dursun ön alanda.
Sağ açıkta eğer gerçekten dedikleri kadarsa Keita'yı göreceğiz muhtemelen. Gerçi daha çok işi var yapacak. Form tutması, adapte olması zaman alacak gibi. Bu da Kewell'la o bölgede bir forma savaşı verecekleri anlamına geliyor. Aslına bakarsanız Kewell'ın asıl yeri sol açıktır. Ancak şanssızlığı orada Arda'nın fink atıyor olması. Garibim de ne yapsın sağda oynuyor. Aslına bakarsanız adam tam bir görev adamı olduğu için sağ kanadı da gayet iyi kullanıyor. Zaman zaman Arda'yla kanat da değişiriyorlar oyun anında.

İleri uçta Baros'tan gayrısını düşünemeyük zati. Aslanlar gibi mücadele ediyor, adam geçiyor, zorluyor, içeriyi karıştırıyor. Aldı mı da çakıyor golü ibiş. Daha ne istiyonuz lan?
Son olarak beni bu sezon en çok düşündürecek mevkii olan oyun kurucu/ön libero kısmısına gelelim. Şimdi mevcut sistemde iki ön libero oynuyoruz. Topal henüz sakat. Dolayısıyla yerine emaneten Mustafa Sarp bakıyor. Ama iyileştiğinde burayı geri alacaktır. Ayhan'ın yeri garanti. Ancak şöyle bir problemimiz var. Mehmet Topal kuşkusuz şu an o mevkiideki en iyi oyuncu. Yalnız Topal tek başına oynadığı zaman ancak yüzde yüz verimli olabilen bir adam. Yani ön libero mevkiinde partnersiz olduğunda ve bütün sorumluluğu üzerine aldığında iyi işler çıkarıyor. Yanına bir partner geldiğinde biraz bocalıyor, alanı daralıyor ve verimi düşüyor. Ayhan'ın hiç böyle bir problemi yok. Yine de tahminim Ayhan'la yan yana oynayacakları yönünde. Umarım uyum sağlarlar 4-3-3'e.

Linderoth'dan bahsetmeyeceğim bile. Çok kaliteli bir futbolcuydu. Yaşadığı sakatlıklar büyük talihsizlik oldu hem onun hem bizim için. Artık eski formunu bulup Ayhan'a ya da Topal'a alternatif olabileceğini düşünmüyorum. Muhtemelen yine sakatlıkla uğraşacak ya da kulübeye hapsolup devre arasında bir yerlere kapağı atmaya çalışacak.

Kadro hemen hemen böyle. Çok iş yapar gibi görünüyor ama takım olabilmek, öyle de kalabilmek önemli. Umarım başarırız.

Unutmadan başlık resmine atıfta bulunalım. Kız istemeye gidecekseniz, mutlaka Haldun Üstünel'i de alıp öyle gidin kardeşim. Vermeyen babayı da kızla birlikte alır getirir eve.

"IN HALDUN WE TRUST"

=) Selametle...

24 Temmuz 2009 Cuma

Karamsarlık Üzerine


Gün olmuş, duru ve sessiz bir duman gibi karışmışsın gökyüzüne. Bir sigara dumanı, motordan çıkan bir mazot buharı olmuş bedenin. Karanlık yollarda yol almış, nice ışıklar görüp yetişememişsin ardından. Bir de şarkılar geliyor kulağına eski yalnızlıkların kokusunu kucaklayıp; "döndüm sana kardeşim" diyor, içten ve buruk bir sesle. Selamlayıp kokluyorsun şarkıları, sahipleniyorsun yeniden.


Kaldıramadan kafanı devam ediyorsun yola. Oysa yukarıdan kırlangıç sürüleri geçiyor cıvıl cıvıl bağrışlar içinde. Başını kaldırıp dokunmak istermişcesine birisinin kuyruğuna, sıkıyorsun kendini. Kuş oluyorsun, su olup akıyorsun yanlarına. Uçuyorsun elinden geldiğince, dişlerini sıktığın ölçüde uçuyorsun kendi zihninin yamaçlarında. Vadiden süzülen kartal olduğunu düşlüyorsun. Aşağıda Madrid sokakları; Caso de Campo'nun yanan evlerini, Can veren doktorlarını, aydınlarını, şairlerini görüyorsun. Yüreğin kanıyor... Kırmızı bir karanfil oluyor, iki yanına düşürdüğün siyah bir atkıya kesiyorsun. Derken yere inip yolunu gözlemeye devam ediyorsun şarkıların. Tren yolunun yanından geçerken çelik-çomak oynayan çocuklar görüyorsun. Ellerinde sopalar, uçana kaçana vuruyorlar. Sanki vurdukları değnek değil de, yok olup giden gelecekleri gibi. Doğudan batıya dizili, bacalarında dumanı eksik evler sağ yanında. Zerre gürültü yok içlerinde. Bir şen şakrak kahkaha, bir ağlama sesi dahi duyamıyorsun. Yürüyüp gidiyorsun güneşi alıp koynuna. Damağın kurumuş, dudakların çatlak. Bir su sesi lazım sana, hem de şarıl şarıl. Kapıları olmayan evlere vuruyorsun kendini. Duvarları yumrukluyorsun. Hâlin bitap! Sonunda su veren de yok, olmayan kapıyı açıp söven de.


Güneş batarken, aslında hiç aydınlanmamış olduğunu anlar gibi sokakların, ağzında küfürler, fener oluyorsun dibi görünmeyen kuyulara. Yorgun bedenin karışmış atmosfere çoktan. Artık bilinmezliklerde kuyu aydınlatan fenersin. Kayanın birisine yaslıyorsun sırtını. Bir türküye başlıyorsun yüksek sesle. Tek gördüğün ağzından çıkan buhar ve karanlık bir orman. Kimse de yok ya, başlıyorsun bağıra bağıra söylemeye: "Arabaya taş koydum ben bu yola baş koydum. Seni gelecek diye bir yanımı boş koydum..." Yine kareler geçiyor gözünün önünden, bir gülüşü görüyorsun, bir kokuyu alıyorsun. Bir de bakmışsın gözünde yaşlar. Damlayan hayaller, umutlar, eriyip giden bir yaşam...


Sabah olmuş kayanın dibine. Elinde fesleğen tohumları. Güneş doğmuş. Hafif bir rüzgar eşliğinde doğruluyorsun yerinden. Derken kırlangıç sürüsünü görüyorsun yeniden. Bu kez hepsi yere inmiş. Ne uçanı var, ne kaçanı. Hepsi yanında, yanıbaşında gezinip duruyorlar. Umursamıyorlar insan olduğunu. Üstüne çıkıp yürüyorlar, korkmuyorlar senden. Nasıl da hoşuna gidiyor! Gözlerin doluyor yeniden. Sevginin ağırlığı basıyor üzerine. Kuşları seviyorsun; denizleri, dağları, taşları sevdiğin gibi. Sonra oracıkta bulduğun sevgini kuşlarla bırakıp, ceketini alıyor ve gidiyorsun yoluna. Evvelden gidenlerin, bilinmeyenlerin ardı sıra...


Temmuz 2007

10 Temmuz 2009 Cuma

Bir Müddet Yalnızca Canlı Olmak


Bir süre yalnızca canlı olmak gerek.

Evet isteseniz de Komodor Ejderi olamazsınız zaten, insan olacağız yine.

Yaşam gailesini yenilemek, organizmanızı arındırmak için bazen yalnızca bunu yapmak gerek. Belki bir gün, belki bir ay.

Uyan, duş al, yemek ye, doğanın seslerini dinle, kokla, işe, uyu, yemek ye, gül, koş, düş, kalk, yat. İşte hepsi bu. Şöyle şehirlerden uzak, insanlardan münezzeh bir yerlerde. Olmadı bütün o kalabalığın içinde umursamazca. Başka türlü olmayacak. İnsan başka türlü bazen yalnızca biyolojik bir varlık olmaktan ibaret olduğunu anlayamayacak. Dağ mı var, tırman. Orman mı var, keşfet. Yol mu var, yürü. Su mu var, gir. Ova mı var, koş! Ve her bir parçasını, soluk soluk, sicim sicim hisset. Duy, kokla, gör, dokun, tat. Yaşa kısacası. Hiçbir şeyi sormadan, hiçbir soruya yanıt vermeden. Yoksa arınamayacaksın. Aynanın karşısına geçip baktığında, gördüğün şey kendin olsun istiyorsan yap bunları.

Ve sakın unutma, sinirlerden, kaslardan, etten ve kemikten oluşuyorsun. Kan geziniyor damarlarında. Düştüğünde bacağın morarıyor, elini kestiğinde kan boşalıyor. Sen bir canlısın. Evet bir Komodor Ejderi değil, zaten bütün bunları yapmak için, illa Endonezya'ya has bir hayvan olman gerekmiyor. Unutma, etten ve kemikten oluşuyorsun. Çarpan kalbin bir gün durabilir, ve ölebilirsin. O zaman yalnızca çürüyen bir beden olacaksın.

15 Mayıs 2009 Cuma

Galatasaray'da Neler Oluyor? (2)


Söze başlamadan önce çok önemli bir gelişmeyi bildirmek istiyorum efenim. Malumunuz son yazıda Adnan Polat ve yönetimin başarısızlığı ve bocalamaları bir türlü sindiremediklerinden bahsetmiştim. Ancak Adnan abim sağolsun son yazımı okumuş olmalı ki, bu sabah saatlerinde olağan genel kurulda konuşurken "Futbol takımımızın "başarısız" olduğunu söylemeliyim." deyi bir laf etti. Kendisine teşekkür ediyor ve dün söylediklerimin büyük bölümü adına af diliyorum. Benim söylediklerimi nihayet tersine çıkararak her bir futbolseveri birazcık olsun sevindirebildi.

Şimdi Gelelim Galatasarayımıza. Kaldığım yerden devam edeyim dedim. Efendim kaldığım yer Bülent Korkmaz. Yani kendisini yazmak aklımdaydı ve en son orada kalmıştı. Yoksa yazımda bahsedememiştim. Neyse. "Büyük Kaptan" ı anlatmaya ne kelimeler ne de benim yaşım yetmez her şeyden önce. Ben henüz kundaktayken, o adam Galatasaray'ın Avrupa'da ortalığı birbirine kattığı 80lerin sonlarında sahada yer alabilmiş, 90'lar boyunca buna devam etmiş. Sayısız lig ve Türkiye kupası şampiyonlukları görmüş, milli takımla dünya üçüncülüğü yaşamış, Uefa ve Süper Kupa'yı kaldırmış bir futbolcu. O'nun kariyeri belki Giggs'te var, belki Roy Keane'de. Yalnız şimdi konuşacağımız şey teknik direktörlüğü.

Galatasaray'ın başına geldiği andan itibaren ligde oynadığı maçlarda her maçta ya bir gol atabilmiş takımı, ya da hiç atamamış. Sürekli bir bocalama var ortalıkta. Ha bu Bülent'in suçu mu, yoksa futbolcuların mı? Tüm bu kötü sonuçlardan Bülent Korkmaz'ı sorumlu tutmak, çok fazla iyimserlik olur. Şampiyonluk hedefinden giderek uzaklaşan bir takımın futbolcularının kendilerini salmaya başlamaları, takım motivasyonunun kurulmasındaki büyük güçlükler, takım içinde oturtulamayan dengeler vesaire vesaire...

Şimdi eğer Bülent Korkmaz'la bu iş olmayacaksa hiç o işe kalkışmayacaksın kardeşim. Bu iş "ya bi deneyelim görelim" işi değil. Ha öyle de algılayabilirsin. Bunda da bir sakınca yok. Ama eğer "bi deneyelim görelim ne olacak" diyorsan da, bekle ki bir sezon geçsin aradan. Bülent Korkmaz gibi bir adamı takımın başına getiriyorsan, sabretmesini de bileceksin. Başkan çıkıp teknik direktörümüzün arkasındayız, uzun yıllar burada hizmet etmesini istiyoruz kâbilinden cümleler kuruyor. Daha sonra da yönetimin çok büyük bir kısmı (Polat da bunlara dahil mi bilmiyoruz) gelecek sezon için Korkmaz'ı düşünmediklerini konuşuyorlar. Dedikodular her yana saçılıyor. Şahsi kanaatim Bülent Korkmaz'ın takımın başına hiç getirilmemiş olmasından yanaydı. Ama madem getirildi, o halde en azından gelecek sezonun ilk yarısının sonuna dek şans tanınmalı. Çünkü Bülent Korkmaz, berbat takım yönetse de, ciddi hatalar yapsa da koca bir değerdir ve henüz teknik direktörlük kariyerinin başındadır.

İki gün sular kesilse çığırdan çıkıyoruz öyle değil mi? Suyun yokluğunda anlıyoruz ne denli değerli olduğunu. Şimdi de bir aralar burun kıvırdığımız Eric Gerets'i, Mircea Lucescu'yu aramıyor mu gözlerimiz? Takımı Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finaline çıkarmış, ligde şampiyon yapmış Lucescu'dan söz ediyoruz. Fatih Terim'in geri getirilmesi uğruna harcanan adamdan. Ya da Bir sezonda 83 puan toplayarak asla vazgeçmeden, son ana kadar saldırarak takımı 2005 yılında olağanüstü bir şampiyonluğa taşıyan Eric Gerets'ten bahsediyoruz. Peki bu adamlardan sonra elimize ne geçti? Koca bir hiç.

Şimdi biraz da şu bizim yeni yapılan stadyumdan bahsedelim. O kadar talihsiz bir zamana denk geldi ki bu iş. Küresel krizin tavan yaptığı şu günlerde, Galatasaray'ın anlaşma yaptığı Talu da, taşeron firmalarla anlaşmakta güçlük çekiyor. Sağda solda kredi arayıp bulamamaktan helâk olmuş vaziyette. Hal böyle olunca da işçilere paraları ödenemiyor, stadyum inşaatı aksıyor. Tam manasıyla bir talihsizlik. Bu konudagünah keçisi aranacaksa ben hiç kasmadan Eren Talu'yu gösterebilirim. Zaten onlar da başkalarını göseriyorlar. O başkaları da başkalarını. Böyle dönmüyor mu bu işler?

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Galatasaray'da Neler Oluyor?


Sezon sonuna yaklaştığımız şu günlerde hem yönetim hem de sportif bazda bir garip hezeyan kaplamış bizimkileri. Son dakikada ödenen futbolcu paraları, teknik direktör konusundaki çelişkili ifadeler, her hafta değişen görüşler, kalıyor mu gidiyor mu belli olmayan futbolcular derken, ortalık şenlik yerine döndü yemin ediyorum. Bir dönme-dolaptır gidiyor. eğlenenini mi ararsın, yere düşüp ağzını burnunu kıranını mı...

Koca bir sportif ağı yönetmek elbette zor bir iş. Sırf futbol şubesi bile başlı başına armegeddon yeri annem. Bazen işler sürekli kötü gidebilir. Ya da en azından arada bir aksayabilir. Bunlar normal. Hele ki Galatasaray gibi bir kulübü yönetiyorsanız, elbette olacak. Yalnız anlayamadığım tek bir şey var. O da neden her seferinde Adnan Polat abimizin çıkıp da "bizi yıpratmaya çalışıyorlar" vay efenim "işler şahane gidiyor. çok güzel yapacaz edecez. bunlar hep bok atıyo" gibisinden sözler sarfettiği. Yahu işler aksar, her şey yolunda gitmez her zaman. Kimse Galatasaray mükemmel olmak zorunda demiyor ki. Ama eleştiri olduğunda, çıkıp da bir gün "evet hatalar yaptık. ama önemli olan bunları tekrar etmemek için çaba saerfetmek" diyebilse ya bir yönetici. Ha sanmayın ki bu yalnızca Galatasaray için geçerli. Al birini vur geri kalan kitleye be yavrum çocum.

Şurada geriye 3 hafta kaldı. Şampiyonluk da gidip gidip geliyor bir iki takım arasında. Bizim güzide takımımız da dördüncü bir şekilde mucizevi puan kayıplarını ve kazanımlarını bekliyor. Emre Güngör'ün geçenlerdeki bir maç öncesi yaptığı yarı espritüel diyaloğuna dikiz: "Abi durun yav, rakipler puan kaybeder belki, şampiyon falan oluruz." İnşallah be Emre'cim. Kim istemez ki... Olmayacak şey de değil, neler gördü bu futbol gubidiği Kethû şu garip hayatında. Neler olmadı ki ligimizde. Önemli olan Galatasaray'ın bu hale gelmesine duyduğumuz üzüntü tabii..

Gelelim gidecekler - kalacaklar mevzuuna. Aslında ben daha çok "gitmesi gerekenler" ve "kalması gerekenler" gözlüğünden bakmak istiyorum. Çünkü bir "kaave" sakini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, benim de oturduğum yerden yorum yapmaya hakkım var. Yasalarla bu hakkım korunuyor olmalı. (Okuyucuya ev ödevi: T.C Anayasası ve "Kaavede" oturan adamların futbol yorumlarıyla ilgili hüküm ve kararlar) Önce Forvet hattına bakalım. Milan Baros'u bırakan-satan-kaybeden-veren-gözden çıkaran bir tek Galatasaraylının bile olabileceğini sanmıyorum, düşünmek dahi istemiyorum. Herhalde son yıllarda Galatasaray'a transfer edilip de en çok işe yarar bir futbol oynayan yabancı santrfor olmalıdır kendisi. Jardel'den bu yana gelmediydi gayrı. "Yeaa Baroş da topcu mu canım" diyen 30'lu yaşlarını bitirmek üzere olan abilere buradan sesleniyorum: "Ali Lukunku'nun selamı var. Baros'un yerine ben oynarım diyomuş". Ümit Karan da bu sezon oynadığı futbolla da zaten gösterdi ki, kendisi artık ya futbol oynamak istemiyor, ya da ortalama bir süper lig takımında devam etmek arzusunda. Shabani Nonda'nın ise özellikle ikinci yarı performansının tam bir facia olduğunu söylemek, abartı olmasa gerek. Yani neymiş efendim, Baros abinin yanına şöyle hava toplarına hakim, güçlü fizikli bir partner şartmış.

Orta saha da bir acaip bolluk yeri. Arda'sından tut da Kewell'a, göbekte şarap gibi bekledikçe güzelleşen Ayhan'ından, istikrarlı adam Mehmet Topal'a kadar şahane bir genişlik söz konusu. Bir sağ açık birazcık muallakta. Orayı da aslen bir sol kanat oyuncusu olan Kewell dolduruyor. Arda, eğer iyi bir para verirlerse bu sene gidiyor gibi. Yerini solda Kewell gayet iyi doldurur. Yalnız eğer gitmezse -ki bu da düşük bir ihtimal değil hani- o vakit hesap tamam gibi. Lincoln konusunda çok açık ve net konuşuyorum; defalarca ve defalarca gördük ki, yararından çok zararı dokunan bir futbolcu bu. Dolayısıyla kalması neyi ifade edecek ki? Sezon boyu on-onbeş maç oynamayan bir adam, çıkıp da üç maç kazandırsa ne olur allaseen?

Defansta Uğur Uçar fırtınası geri dönüyor. İzlemeye doyamamaya başlamıştık ki, sakatlandı çocuk. Çok çok yazık oldu. Ama umarım dönüşüyle, çok özlediği ve özlettiği futboluna daha da güzellik katar. Sabri Sarığlu'na ise izninizle Kütahya Tavşanlı'ya ait bir uzun hava olan "Baay baay Hebinizzz" adlı türküyü armağan ediyorum. Hakan Balta için de "istikrar abidesi" klişesiyle bir tanımlamada bulunmak bu adama en hafif tabiriyle haksızlık. Yalnızca istikrar mı arkadaş? Attığı o muhteşem goller, hücuma ve savunmaya sürekli katkısı. Dört dörtlük performansı... Allah nazarlardan saklasın ne diyelim. Göbekte Servet-Emre(lerden birisi) durumu olacak gibi. Emre Aşık'ın maksimum iki sezon daha oynayacağını tahmin edersek, oraya ya Güngör ya da Bizim yeni oğlan Semih adapte olacaktır. Servet'in yerini tartışmaksa abesle iştigal olur efendiler. Ha illa Servet'in yanına bir transfer diyenler de var. Stoper alacaksanız iyi düşünün demekte de fayda var o zaman. Atsan atılmaz satsan satılmaz bir durumu var. Gerçi Meira'yı iyi sattık ama, her zaman tutmaz o şans. İyi düşünülüp, iyi tartılmalı yeni transfer. Gelelim transferin forvet hattıyla birlikte zaruri olduğu ikinci bölgeye: "kale". De Sanctis malum-ı âliniz bu sene yolcu. Yerine Atlethico'lu kaleci düşünülüyor. Emin değilim dostlar. Daha iyisi yok mu be abi? Emrah gibi ağlayacağım ya. Ha bana sorarsan Aykut'a teslim edelim kaleyi de, bu sefer de camianın yarısı başlıyor höykürmeye. Vay efenim bu kaleciyle başarı gelir miymiş de bik bik bik. İnanın sırf Camiamızın huzursuz olmaması için istiyorum kaleci transferini.

Velhasılı kelam yazacak daha çok şey var da, "Galatasaray'da Neler Oluyor - 2" başlığı altında yazsak daha iyi olur gibi. Haydi selametle...

20 Nisan 2009 Pazartesi

"Yerliler Daha Fazla İlerlemek İstemiyor"


Son zemanlarda feysbuk denen tiriviride gerzek icadı, ahmak ehli bir takım zamazingolar dönüzlüyor. Boktu püsürdü bir sürü eklenti var ya hani. Bunlara yeni bir tanesi daha eklendi: "Sen hangi bilmemnesin?" Şimdi sana standardize edilmiş bir takım sorular soruyolar. Verdiğin cevaplara göre "bişey" çıkıyosun. Misal; "Kukunaz hangi padişahsın testini çözdü ve sonucu Yavız Sıltan Selim çıktı." Aha işte bunun gibi. Neye yarıyosa artık. Daha güzelleri de var, aman aman: "Çüküntay hangi millettensin testini çözdü ve sonucu İnkilis evladı çıktı." gibi... "Hangi arabasın?", "Hangi hayvansın?", "Hangi eşşeğinzigisin?" diye devam ediyor... Lan geçen ben de çözeyim nası bişeymiş dedim. Hangi millettensin testini çözdüm. "Kethüda Hangi Millettensin testini çözdü ve sonucu GAMBİYALI çıktı" dedi. (İnanın bence) Orama bakıyorum burama bakıyorum ne bi siyahlık var, ne bi yamyamlık. Allahım deliricem nası oldu da oldu anlamıyorum. Ama bundan kelli Gambiyalılık benim onurumdur arkadaş. Gambiya hakkında ileri geri konuşanın ağzına sıçıcam artık. Durun şimdi milli marşımızı ezberlemeye çalışıyorum, rahatsız etmeyin...


Şu dünyadaki en güzel insan kimdir bilir misiniz? Zeybek oyunlarının alayına alışmışken, birden bire Çökertme oynayıp bocalayan adamdır. Çökertme sonradan yazma bir oyun olduğu için normal Zeybek havalarından bir sayı eksiktir. Tabi abim alışmış Harmandalı'na oynuyor. Sonra daha figürler bitmeden müzik bitiyor ya. Öööyle melül melül galı galıvereyyo gâri. İşte o anda o adama sarılıp, tesellide bulunmak istiyorum ey zalım dünyağ.


Ayrıca şu turnaların çektiği nedir be arkadaş. Her türküde şarkıda var ya. Gitmedikleri memleket, selam etmedikleri yavuklu kalmadı. Hala uçuyo hayvanlar. Yazıktır. Halk ozanlarımızı burdan kınıyorum. Nesilleri tükenecek yakında zaten zavallıların, hala "Amaneey benden sileam et diriley diriley turnalaaağr ahey" diye türkü söylüyoruz. Ben turnaları da Bir Mayıs alanlarına bekliyorum bu sene: "Sendikasız Uçmayacağız!"



Bu sözü en az bir kere bir yerlerde ya görmüşüzdür ya duymuşuzdur değil mi? "Yerliler daha fazla ilerlemek istemiyor." Yahu arkadaşım bi kere daha fazla ilerlemek isteselerdi yerli olmazlardı zaten. Siz hiç seyyah Kızılderili gördünüz mü ya? Adı üstünde lan "Oturan Boğa". Göçen Boğa var mı? Ayrıca yerli bu. Daha fazla ilerlemek istemiyosa vardır ibnenin bi bildiği. Ya ilerde kötü ruhlar vardır. Ya piton yuva yapmıştır. Ya akrep yavrulamıştır. Yerliler kıllandı mı hop diyeceksin ağa. Örneği çok yerlileri dinlemeyip de ölenin. Ya kuyuya düşer ilerde bi yerde, ya bi vahşi hayvan saldırır yani. Ayrıca bu yerli dediğimizi de öyle gözümüzde çok büyütmemek lazım bi taraftan da. Bu adamlar pekala YOZGAT'ın da yerlisi olabilirler, illa Afrikalı olacak değiller ya. Hem sonra korkmayın bizim buralarda piton miton da olmaz. Gezin göynünüzce...

18 Nisan 2009 Cumartesi

Mermi Boylum Lav Silahlım


Evet hepimiz bu kült filmi çok iyi biliyoruz değil mi? Nasıl bilmeyiz yahu? Burnumuzun dibinde Gürcistan'da, Kosova'da, Irak'ta insanlar öldüler, ölüyorlar ya sürekli. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da da ölmüyor mu sürekli? Hani şu Hollywood filmleri gibi izlediğimiz savaş görüntüleri... Ha bu film neden bu kadar tutuldu da kült oldu? Dünya ekonomisinin çok önemli bir kısmını silah ticareti döndürdüğünden olsa gerek... Sanırlar ki dünyadaki her şey Amerikan başkanının dudaklarının arasında. Zamanında Kennedy'yi bile götürdüler be adamım. Alnının ortasına yedi mermiyi. Bütün halkının gözü önünde, beyni paramparça oldu. Hepsi bu kadar basit. Ve katili bulunamadı. Dünyanın en güçlü lideri sandığımız adamın bile katili "bulunamıyor"muş. Ben daha ne diyeyim ki, filmimiz asla bitmeyecek gibi görünüyor. Tek tek hepimiz kana bulanana kadar, bombardımanda ölen anamıza ağlayıp parçalanana kadar bitmeyecek. Çünkü açgözlüler asla doymadılar, doymayacaklar.


"Mermi Boylum Lav Silahlım!"

19 Mart 2009 Perşembe

Aslında Ne Demek İstiyoruz?

Söylemek isteyip de söyleyemediklerimiz vardır hani. Hani bazen de başka başka şeyler söyleyip kafamızdaki gizi sakladığımızı sandığımız düşünce balonlarımız vardır bizim. Ah bizi gidi ahmaklar. Nasıl da kanıyoruz kendimize ve nasıl da kandığını sanıyoruz insanların. Bazense Cumalaşıyor, "Kim ne sanersa sansin, skima kadar abijim" diyip iyice arsız Nikaragua kekliği oluyoruz. Anlıyosunuz di mi beni hanımlar ve beyler? Ne diyorduk; "Aslında ne demek istiyoruz?"


Söylem: "Biz merkezde bir partiyiz"
Meal: "Gerektiğinde götümüzü sanayi burjuvazisine de veririz, aristokrasiye de. Küçük burjuvaya da vurdururuz, işçi sendikalarına da. Zengininden de isteriz oyu, fakirinden istemeyenin zaten iki yüzü kara. AB'nin de daşşaklarını avuçlarız, ABD'nin de. Elzem olsun tek, icabında Rusya'nın da."


Söylem: "Kriz psikolojik. Çok fazla büyütüyorlar."
Meal: "Ben gözünüzün içine baka baka sizinle dalga geçiyorum sayın halk. Siz de beni adam yerine koyup seçtiğiniz için öööyle aval aval bakıyorsunuz bana. Siz o güzel kafanızı yormayın. Sanki bundan önce çok müreffehtiniz mına koyim. Psikolojik olduğuna inandırın kendinizi ne var yani?"


Söylem: "Gerekli ekonomik önlem paketlerini açıklayacağız. Hamdolsun kimseyi mağdur etmedik, etmeyeceğiz."
Meal: "Benim burjuvam, benim zenginim parasını kaybetmesin. Sermayesi dönmeye devam etsin. Benim koca tüccarlarım daha az satıp servetlerini yitirmesin. Allah muhafaza ya ekonomi dönmez olursa? Aklını seçim sandığına götürmeyen andaval halkım benim. Siz sanıyorsunuz ki biz bu ekonomik önlem paketlerini sizin için alıyoruz. Banane sizden ve ihtiyaçlarınızdan. Nasıl olsa alışkınsınız bi şekilde yaşamaya. Benim burjuvam kaybetmesin yeter. Ya üretim azalırsa, ya ekonomi sekteye ugrarsa? Bakın işletmeler kapanıyor bir bir. Yazık değil mi o kadar patrona, sanayiciye? ÖTV'yi ne diye indirdik? Sen daha ucuza ekmek alasın diye mi mal herif. Benim burjuvam sermayesinden-mülkünden olmasın diye herhalde. Aklını başına al artık. Bunun adı "Ka-pi-ta-li-zm". Özetle sen ve senin ihtiyaçların için değil, sermaye için ekonomi!"


Son söz yerine;



Söylem: "Ben, ülkemi pazarlamakla mükellefim."
Meal: "Ben, ülkemi pazarlamakla mükellefim."

4 Şubat 2009 Çarşamba

Argo !!!


Ah bu yetim yavrucak, ah bu yaralı sol yanımız... "Ayyy ne iğrenç. öyle şey söylenir mi hiç. Öyle şey denir mi ne ayıp." reaksiyonlarının öznesi zavallı argomuz. E tabi samimi olmadığınız on kişinin arasında söylenince hakikaten "nası yani?" tepkisi veriliyor.


O değil de insanın kendisine en yakın hissettiği insan(lar)a argo geyiklerden bahsederken "Bi daha deme bunu bana ne iğrenç cık cık cık" tepkisi alması fena halde bozuyor adamı be. Hayır bu adamın bütün dünya algısı eğlence üzerine kuruluysa bir de, varın gerisini siz düşünün. Meyilli olsa sigaraya başlar lan.


Bundan sonra her yerde "taşşak" demeyi kendime yasaklıyorum zalım dünya. (Iyyy bak şimdi bile iğrendim kendimden ne iğrenciiim) Bundan sonra Latin hassasiyeti içinde "testisus" ya da güzide Türkçemizin "aya" sözcüğünü kullanacak, adeta bir kelebek gibi uçacak, adeta dünyalar kibarı olacağım. Umut Sarıkaya'nın da dediği gibi; "...... gibi adam olacağım!" Artık boşluğu Sarıkaya okuyanlar doldursunlar, artık No: 11 mi oldum No:12 mi neyse...


Durduk yerde triplere giriyorum değil mi hocular, ne pis bir ağzım var benim ya. Bundan sonra her yerde eğlenip geyik yaparken kendi kendimize sansür uygulayacaz demek ki. Neden, çocukların ahlaki yapısı bozulmasın. Çoook ayıp çok.


Demek ki her şeyden çok sevdiğiniz karlı dağ patikaları, sizi hiç beklemediğiniz zamanda bir çığ altında bırakabiliyor eğlence düşkünü dağ keçileri! (Buradaki keçi ben oluyorum)


Rtük beni ödüllendirmeli...



"NONDA'YI AŞAN TOP AUTA GİDİYOR..."

- YÜRRRRRÜ NONDA BEE!!! "TESTİSLERİNİ UZAKTAN SELAMLARIM" BE YAVRUM BENİM!!!

20 Ocak 2009 Salı

Gsm Operatörüysen Efendiliğini Bileceksin Kardeşim!


Ey benim yüce gönüllü gudiklerim, yoldaşlarım, ibişlerim. Canımın pareleri, Ciğerimin yâreleri. Gaç zaman oldu gorüşemediydik heen?


Dostlar bugün sizlerle yine çoh özel şeyler paylaşmak istiyorum. Özel diyosam özeldir argadaşlar. Şu ana kadar anlattıklarımı bir siz, bir de Tuncay Güney biliyor yemin ederim.


Bildiğimiz üzere Türkiye denen melmekette faliyet gösteren üç böyük GSM operatörü var. İlki ve en büyüğü kuşkusuz Turkcell. Hayatımıza ilk o girdi bir cep telefonu kullanıcısı olarak. Doksanların ortalarında tanıştık bu şeyle biz. Beyle Turkcell denince ne biliyim cep telefonu falan denince topluluk içinde "obuuuuuv!" ya da "tiheleeeee" şeklinde ünlemlerin çıktığı seneler daha yani. Hatta telsiz telefonu gördüğünde yaklaşık 10 kişilik bir çocuk grubunun "ehele mehele kablosu yok ehele" deyi bizlere musallat olduğu yılları kasdediyorum. O yıllardan bu yana Turkcell bu alandaki liderliği kimseye bırakmadı. Sağladığı koşullar ve barındırdığı üye sayısını da göz önünde bulundurup müşterilerini yıllarca söğüşleyip durdu. Neticede de büyük bir kayıp yaşadı ve çoğu müşterisini Avea'ya kaptırdı.


Bir başka operatörümüz eski ismiyle Telsim, satın alındıktan sonraki ismiyle ise -adını Manchester United futbol takımının formalarındaki reklamlarından tanıdığımız- Vodafone. Turkcell ile hemen hemen aynı dönemlerde kuruldu. Bir "Uzan" ürünüydü kendisi. Turkcell kadar iyi bir servis sağlayıcısı hiçbir zaman olmadı. Hâlâ da değil. Ancak Turkcell'in tekelini kırma adına, Turkcell'den yediği kazıklar neticesinde kaçışan müşterileri toplayarak ayakta kalmaya çalıştı. Uzan'lar balon gibi patladığında, Telsim de patladı. Neticede Vodafone'a satılarak kayıplara karıştı.


Nihayetinde Avea... Önce Aycell varıdı. Turkcell ve Telsim'den sonra kurulan yeni bir ulusal motifli operatör idi. Sonra İtalyan bir kardeş geldi yanına; Aria. Sonra ne oldu? Bizimkiler bi araya gelip Avea'yı oluşturdu. Avea büyüdü, gelişti ve Turkcell'e oranla sağladığı avantajlar neticesinde goynümüze dahdını gurdu gayrı. Yalnız hâlâ her yerde çekmiyor, kimseyi kandırmasınlar.


Mâlum, çağımız iletişim çağı. Cep telefonsuz olmuyor artık. Hiçbir yere onsuz gidemiyoruz. Cep telefonları nelere kâdir değil ki? Smsler yüzünden evlilikler bitiyor, görüşme kayıtları insanları göz altına aldırıyor, Yanlış anlaşılmalar cinayetlere sebep oluyor. Oluyor oğlu oluyor... Peki bu operatörler ne yapıyorlar? Tüm bunları göz önünde bulunudurup hayatımızı yönlendirmeye, üzerlerimizden para kazanmaya çalışıyor mel'un münafıklar!


Bakınız efendim Turkcell her haliyle bir devlet oluşumudur. Hayır yanlış anlamayın. Elbette özel bir şirkettir. Kastettiğim şey sermayesini, yönetimini devletin idare etmesi falan değil. Kastettiğim Turkcell'in kadimden gelen devlet-millet ilişkilerini aynen sürdürmek üzere insanları yönlendirdiği. İzah edeyim canlar. Nedir Turkcell'in sloganı? "Turkcell'le bağlan hayata!" Demek istiyor ki; "Eeeey benim aklı fındık kadar, kafası kabbak kadar olan müşterim. Sakın ola ki sapkın fikirlere meyletme. Hayata bağlan. Yaşamını sürdür. İşten mi çıkarıldın, devlete karşı gelme. Fakir misin? Çalıp çırpma. Ezildiğini mi düşünüyorsun, sendikalaşma yavrum. Devlet buban doyurmaz emmeeee, aç da komaz evelallah. Boş ver gulu gulu dansçısı ideolojileri. Sen hayata bağlan, işine-aşına sahap çık. Devletine bağlı ol ey yavrum..." Şimdi daha iyi anlıyorsunuz öyle değil mi benim güzel karacalarım? Ondandır Turkcell bir resmî oluşumdur. Gayrı gerisi hebehübe...


İmdi gelelim Vodafone denen gâvur şirkete. Nedir sloganları; "Anı yaşa!" Özetle sıkma tatlı canını be hey güzel müşterim diyor. Hayata bağlandın da ne oldu? Aşıksın deyi seni sallamayan bi manitanın peşinden koştun da ne oldu? Sabit mayışlı bi işe girip sırtını sağlama aldın da ne oldu ey zobidüriğim?!?, diyo. "Gel sen bırak bunları. Hayata mayata bağlanma. O sana bağlansın. Manitaların aklını al, van nayt sitend bundan sonra. Anı yaşa benim güzel kardeşim..." Gördüğümüz gibi cavır her yerde cavır arkadaşlar. Valla "bana uyar baboş" diyen varsa beri gelsin, Vodafone'un kapısında yatsın ne diyeyim. Terbiyesiz pezevenkler!


Son olarak Avea'ya bakalım. Sloganımız; "Oh be!" Zannedersem Avea kendisini bir nevî "nirvana" olarak görüyor ve gösteriyor. "Hepsini deneyip bize geldiğinizde vajinal orgazmı tatmış dişi gibi olacaksınız. On saatin ardından işemiş gibi rahatlayacaksınız." demek istiyor olmalı. Ya da ben bi yerleri hep yanlış anlıyorum, emin değilim. Yahu kandırılıyoruz arkadaşlarım. Bütün operatörler bizi yemeye çalışıyo. Kimisi diyor hayata bağlan, devlete ver sırtını bafilesin. Beriki diyür karpe diem, daha ne diyem? Öbürsü ohhşş mohhş... Vallahi çivisi çıktı dünyanın da. Siz siz olun kendinizie mukayyet olun dostlar. Oyuna gelmeyin. Operatörler, siz de elalemin hayatıyla, uçkuruyla eyleşeceğinize kampanya yapın lan. Hemen bitiyo kontörümüz ibneler! Ühü!