2 Şubat 2013 Cumartesi

Cennet Elması


Ben tanrı değilim. 

İnsanların yaşam dinamiklerinin tamamını, gün içinde geçen saniyelerini, yaşayıp düşlediklerini, hislerinin sadası sürekli değişen vaveylalarını bilemem. Bilmek isterim. Görmek isterim. En azından bir kısmını. En azından sevdiklerimi. Merak ederim, düşlerim, yardım etmeye çalışırım. En azından bir kısmına. Yaratamam ben. Kimse bana tapınmaz. "Ol" dediğimde olan bir şey de göremedim. Ben ancak olana şekil vermeye çalışırım. Ne bileyim papatyalardan taç yaparım örneğin. Çok güzel değil midir papatyalar?

Esasında tam tersini de duymuş olsam da, çok az tanıdığım bir arkadaş bana "Kadın ruhundan anlamıyorsun sen" demişti. Aslında beni tanımıyordu. Ama tanısaydı da fikri eminim değişmeyecekti. Hatta beni gördükçe "Kesinlikle haklıyım" diyecekti. "Bu ipe sapa gelmez, ağzının ayarı olmayan adam neyden anlayabilir ki?" diye düşünecekti muhakkak. Bîidrak bir âdemim nihayet. Kendi ruhumu bile seçemiyorum ben bir de kadın ruhundan anlayayım. Bakınca kendime, arada belli belirsiz bir "tembelsin" yazısı okunuyor, hepsi o kadar. Kadın ruhundan anlamadığımı onaylayan çok tanıdık bulabilirim! "Evet bence de anlamıyosun" diyen insanlar getirebilirim buraya. Ama "sen art niyetli, kötü kalpli birisin" diyebilir mi birisi bana, emin değilim. "Can düşmanlarım" bile bana bunu söyleyebilirler mi, emin değilim.

Nezaket kurallarını bilirim. Ama iş icra etmeye gelince aklıma yalnızca yiyeceğim öğle yemeği gelir. Çatalı nasıl kullanacağım, ya da yemek yedikten sonra göbeğimi kaşıya kaşıya gaz çıkarmamam gerektiği gelmez. Gelse de çoktan bir garklamışımdır. Düşünürüm. "Düşüncesizce davranmakla" itham edildiğim zamanlardan maada düşünürüm. Bir tek o zamanlar düşünemiyorum. O zamanlar yalnızca üzülüyorum.

Severim. Ben dünyada nefes alıp veren ve kalbinde yalnızca iyilik olan her canlıyı severim. Canlı olmasa da hatırı kalmaz hani. Köpeği, taşı, güneşi, su yosununu, sıcaktan kavrulan kum zerresini... Severim kitapları mesela. Okuduğum kadar raflarda nasıl da güzel durduklarına bakarım. "Şunu okudum, bunu kısmen okudum" diye kendimle övünür, bütün kütüphaneyi hatim etmeme çok az kaldığını düşünerek şişinirim. Aptalım yani biraz, her insan kadar. Kendisini aynanın karşısında doksan poz çeken kızı ayıplamayın bu yüzden. "Aptal" olan yalnızca o mu?

Ben tanrı değilim. Görmem ve bilmem. Kimseye şah damarı kadar yakınlığım yoktur. Sabırsızım bir kere. Bu kadar sabırsız olan birisi peygamber yollar mı? Semaya atlastan bir sülüs işleyerek; "Ben varım ve hapı yuttunuz!" demez mi?

Ben bir bataklığım. Üstünde sineklerin gezdiği, domuzların pislediği, sonra da içine girip oynaştığı. Düşünün! Bu durumda bile fotoğrafımı çekip "çok sanatsal" diyenler çıkacaktır. Yani beni şu bataklık halimle bile seven insanlar var oldukça, sevgi ve yaşam işi bu denli abartmaya devam ettikçe, sizi kim mağlup edebilir ki? Her şeyden önce bu durumda tanrı olmaya, ölümsüzlüğe kim hasret çekebilir? Toprak olmuş bir cesedin başına gelip "Ne mübarek adamdı" diye çaputlar bağlayan ve şaman olduğunu asla bilmeyen müslümanlar var oldukça, halifelere, seyitlere, şeriflere kim öykünür ki?

Hissedin. Ne istiyorsanız onu. İki yaşındaki bir kız çocuğunun sizi gördüğünde gülümseyerek kollarını açmasına tanık oldunuz mu bir kez olsun? Hiç bir köpeğin kuyruğunu sallayarak yanınıza gelip, kanayan parmağınızı yaladığı vaki oldu mu? Ağaçtan "biri görecek" endişesiyle meyve koparan çocuğu farkeden bahçe sahibinin, bir kucak dolusu meyveyi alıp çocuğa verdiğinde, o güzel çocuğun vücuduna dağılan sıcaklığı hissedebildiniz mi hiç? Yanıtınız müsbetse eğer, ölüm yok size. Bunu da bilin.