12 Aralık 2014 Cuma

OSMANLICA ???

Eveeet her şeyi hallettik bir Osmanlıca kaldı. Bu yazının başlığı aslında "Her kuşu" ile başlayıp "leylekle" devam eden güzide atasözümüz olacaktı. Ancak miniklerin gözlerinden öperek ahlaklarını muhafaza etmeye önem gösterelim. Gündeme biraz da biz kömür atalım. Yansın.

Öncelikle What is Osmanlıca? He gulüm? He yavrum? Maddeleyek mi, Törkiş eğitim sisteminden alışkınız, maddeleyince daha kolay öğreniyok.

1- Osmanlıca (Osmanlı Türkçesi) "Türkçe" den farklı bir "dil" değildir. Dolayısıyla biz bu dili tanımlarken şöyle bir tanım yapabiliriz: "İçerisine çokça Arapça ve Farsça kelime, terkib, imla girmiş olan ve kabaca 13 ila 20. yy arasındaki dönemi kapsayan yazılı Türkçe"

2- Osmanlıca bir "konuşma dili" değildir !!!! (Buraya daha bir sürü ünlem getirebilirim) Yani Osmanlıca konuşulmaz, "yazılır." Dolayısıyla "Hadi bi Osmanlıca konuş bakalım" denmez. Bu hadi bi Hiyeroglifçe konuş bakalım gibi bir şey olur.

3- Osmanlı padişahları da, Osmanlı halkı da Türkçe konuşurlar, Türkçe yazarlardı. "Türk" dilinin "Arap alfabesiyle" yazılıyor oluşu, onu "Arapça" yapmaz. Türk dilini Kiril, Latin, Grek gibi pek çok alfabede (her türlü sesin birbirini tamamen karşılaması mümkün olmasa da) yazabilirsiniz. Bu noktadan hareketle Osmanlıca için "Arap alfabesiyle yazılan Türkçe" demek eksik olmakla birlikte doğru bir tanımlama olacaktır. Velhasılkelam Osmanlılar "Arapça" konuşmaz "Arapça" yazmazlardı. Arada fark var. E bir zahmet.

4- 16.yy'dan itibaren aynı bugünün İngilizcesinde olduğu gibi, o gün de "Farsça ve Arapça" popüler ve revaçta olan dillerdi. Dolayısıyla bu dilleri kullanmak "saygınlık ve ahenkli olmak" anlamına geliyordu. Bunu Tanzimat'tan sonra "Fransızca" ile göreceğiz. Hal böyle olunca ve Osmanlı devlet eliti elini eteğini Türkmen geleneklerinden çekip, daha ziyade merkezi bir imparatorluk ideolojisi temelinde gelişmeye başladıkça, Yazışmalarında, resmi kayıtlarında, dini metinlerde, sicillerde, yıllıklarında vesaire Türkçe'nin içerisine daha çok Arapça ve Farsça kelime-kalıp sokmaya başladı. İyice basitleştirmek gerekirse "milli kuvvetler" demek yerine "kuva-yı milliye" terimi kullanılıyordu. Bu terim gibi binlerce tamlama düşünün. Arapça kelimeleri ise "hükm-hakim-hakem-mahkum-muhakeme-mahkeme-tahkim-tahakküm-mütehakkim" boyutunda tek bir kelimeden birçok kelime üretme anlamında düşünürseniz, bu söz konusu zenginliğin Osmanlıca içerisinde sıkça kullanıldığını görürsünüz. Bu da Osmanlıca'nın bizim günümüzde kullandığımız Türkçe'den biraz daha farklı bir yapıya bürünmek adına Farsça terkiplerle beraber etkili olan başka bir faktördür.

5- Tekrar ediyorum Osmanlıca konuşulmaz, yazılır. Bunu da padişahın yazdığı bir mektuptan bile anlamamız mümkündür. Bildiğimiz üzere "dilekçe"nin aksine "mektup" daha az resmi, daha öz ve konuşma diline en yakın hitabın kullanıldığı yazı biçimlerinden birisidir. Kanuni'nin Fransuva'ya yazdığı meşhur mektuptan doğrudan alıntı yapıyorum: "...Dergah-ı selatin penahıma yarar ademin Frankipan ile mektup gönderüp ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayup memleketimiz düşman müsteli olup, el’an hapiste olduğunuzu ilam edüp halasınız hususunda bu canipten inayet-ü medet istida eylemişsiniz..." Görüldüğü üzere bir iki terkip ve yabancı kelime dışında gayet anlaşılır bir Türkçe söz konusu. Ancak mektubun burada vermediğim baş kısmında ise Kanuni türlü ünvanlarını ve titrlerini sıralarken çok daha ağdalı ve ağır bir dil kullanmıştır. Fakat meselenin açıklandığı yer bunun aksine gayet sarihtir. Bu da günlük konuşma dilinin bir mektuptan çok daha öz ve sade olacağı düşünüldüğünde, bu insanların da bizler gibi "Türkçe" konuştuğunu göstermektedir. Bu basit bilgiyi neden bu kadar çok vurguluyorum, çünkü yarımızdan çoğumuz Osmanlıca'yı farklı bir şey sanıyor.

Osmanlıca'nın ne olup olmadığı ile ilgili biraz olsun kafamızda soru işaretleri azaldıysa günümüzdeki Osmanlıca tartışmalarına geliyorum.

Osmanlıca günümüzde liselerde zorunlu ders olarak okutulmalı mı? Okutulmamalı mı? Neden?

1- Osmanlıca halihazırda yazılan, kullanılan bir dil olmadığı için bu dilin geniş kitlelerce öğrenilmesinin hiçbir ehemmiyeti yoktur.

2- Eski kayıtlar, arşiv belgeleri, kısacası akademik çalışma alanları için halihazırda fakültelerimizin pek çok bölümünde Osmanlıca okuyabilmek adına dersler verilmektedir. Bununla birlikte hobi olarak öğrenmek isteyenlere halk eğitim merkezleri bile bunun temel eğitimini vermektedirler. Ancak temel eğitimden ötesi vardır ki. Orası biraz yaş.

3- Her şeyden daha önemlisi Osmanlıca demek yalnızca matbu metin demek değildir. Bunun rik'a başta olmak üzere talik, sülüs, siyakat (bu en kazığıdır) gibi pek çok farklı yazılış biçimi söz konusudur. Bunların tamamına ya da birkaçına birden hakim olan insan sayısı oldukça azdır. Buna fakültelerde "Osmanlıca" dersi veren hocaların da "önemli bir kısmının" dahil olduğıunu söylersem kesinlikle abartmış olmam. Hatta iyimser bile davranmış olabilirim. Üniversite hocaları bile Osmanlıca'ya bu denli hakim değilken, hangi eğitimci lise öğrencisine ne kadar Osmanlıca öğretebilecek? Gerçekten bunun mümkün olabileceğini düşünen varsa korkunç bir yanılgı içerisinde. Eğer bu proje hayata geçerse "Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder" sözünün ne kadar doğru olduğunu görebiliriz. Bir şeyi hiç bilmemek, yarım yamalak bilmekten çoğu kez evla iken, bir de yarım yamalak bilip de başkasına öğretmeye çalışmanın nasıl bir faciaya yol açacağını tahayyül sınırlarınıza bırakıyorum.

4- En eğlencelisini en sona bıraktım. "BİR GECEDE CAHİL KALDIK ATALARIMIZIN MEZARTAŞASDKADFSGOKUSEHDASDFSLFDGHDFGDJSGASF" Hani bir söz vardır. "Delinin biri bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış" deyu. İşte bu tam da o söze yaraşır bir vaka. Patalojik, Psikiyatrik, Psikanalitik bir vaka. Deli saçması kere deli saçması.

Yukarıda da bahsettiğim gibi liselerde öğretilmesi mümkün "Osmanlıca" formu ancak bir yere kadar "matbu" harflerdir. O da o seviyede inanılmaz zor olacak ve basit cümleler dışında bir şeyi okumaya yaramayacaktır. Yani günümüzde de Osmanlıca bilip "DEDELERİNİN MEZAR TAŞINI" okuyamayan çok insan var ve bu Osmanlıca eğitimi de bu durumu değiştirmeyecek. Kaldı ki bir numarası da yok. "Hüvel baki" diye başlar, bir iki mani ile devam eder ve fatiha ile biter. Yani olayı bu kadar berbat, bu kadar leş bir ajitasyona getirmek sadece politikacılara has bir iki yüzlülük olursa anlaşılabilir. 

Cahil mi bırakıldık? Bir gecede kültürümüzü mü kaybettik? Osmanlı bir gecede yok mu oldu? La babam sen ne diin? 

Bir kere Müteferrika'dan bu yana basılan kitapların neredeyse tamamı günümüz Türkçesiyle transkribe edilmiştir. Öyle kaybolup giden, yiten bir devasa kültür külliyatı yok yani ortada. Sonuçta bunlar Urartu taş tabletleri de değil. (Kaldı ki onlar bile okunuyor) Osmanlı dediğimiz yapı da zaten İlber Ortaylı'nın çok güzel ifade ettiği gibi öyle aman aman münevverler deryası içinde yüzmüyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında henüz Harf Devrimi yapılmadan önceki okuma-yazma oranı "en iyi istatistik ihtimaliyle" %10-12 civarındadır. Yani anlayacağınız Ecdadımızın mezar taşlarını "ecdadımızın" bizzat kendisi de okuyamıyordu anacım. Değişen bir şey olmadı yani. Yeni harflerin kabulü ve millet mekteplerinin açılmasından kısa bir süre sonra okuma yazma oranı %19'a, on yıl içinde ise %25'in üzerine çıkacaktır. Osmanlı'da hiçbir zaman %10 ların üzerinde bir okuma-yazma oranı olmadığını da söyleyelim. 

Yani görüldüğü üzere Yeni alfabenin ihdas edilmesi, BİR GECEDE CAHİL KAKDSALDAJDFGSH salaklığının aksine ciddi bir eğitim ivmesi yakalanmasını sağlamıştır. Üstelik insanlar devrimden sonra kendi haline bırakılmış da değildir. Binlerce öğretmen bu konuda eğitilmiş, Türkiye'nin dört bir yanında okuma-yazma seferberliği başlatılmış, Millet Mektepleri bu vazifeyi fazlasıyla iyi yerine getirmiştir. 1929 - 1932 yılları arasında açılan kurs sayısı 43.000 civarındadır. Bununla birlikte yeni alfabeye alışma süresince günlük gazetelerin büyük bir bölümü yarı Arap alfabesi yarı Latin alfabesi kullanarak haberler yapmış. Böylece insanların hem metinleri karşılaştırması hem de yeni harflere uyum sağlaması için kolaylık sağlanmıştır. Uzun lafın kısası her zaman her şekilde yeniliğe karşı olan Türk-İslam toplumu bu devrimi de kabullenmekte büyük sancılar çekmiş ancak neticede belki de Cumhuriyet tarihinin en güzel işlerinden birisi başarılmıştır.

Yani Tayyipcim, üzgünüm ama yine bizimle deyılsın.

8 Aralık 2014 Pazartesi

"Şşşş toprak olcaz, uyandırayım."

Hayat karmaşık, kompleks bir yapı. Duygular deseniz çok daha beter. Her şey birbirine giriyor. Bazı anlar geliyor ki hiçbir şeyden emin olamıyorum. Bildiğim ve hissettiğim her şeyin yanlış olabileceğini düşünüyorum. Biraz olsun obsesifseniz ve hayat bunun üzerine üzerine oynamaya bayılıyorsa yandınız yani. Bakın obsesiflik öyle bir seviyede ki, hayatın bunu bilerek yaptığını sanıyorsunuz.

İnsanoğlu da çok ilginç bir varlık. Bazen müthiş gürültüleri iki saniyede unutabiliyorken, tek bir "tın" sesini yıllarca anımsayabiliyor. Bu bile onun karmaşıklığını anlatmak için yeterli esasında. Hayatımıza dokunan, yıkıp geçen, darmadağın eden ya da o hayatı yaşanabilir kılan her "ses" bizde bir yer ediniyor. Zaman geçtikçe bu sesler birbirine giriyor. Nihayetinde de ortaya bir melodi ya da baş ağrısı çıkıyor. Hatta çoğu kez bu ikisi birbirine de karışır.

Kimi zaman isteseniz de sizi mutsuz eden şeylerden kaçamazsınız. Hani elin mahkum, tadacaksın o pis duyguyu. Fiziksel olarak kaçamadığınız zamanlarda ruhunuzun başka diyarlara yolculuk yapmasını dilersiniz. Bunun için uğraşırsınız. Ne kadar kaçmaya çalışırsanız o kadar hapsolursunuz. Can çekiştiğinizi hissedersiniz resmen. Bir şeyi görmezden gelmeye çalışmak, aslında onu kendi gözünüze sokmaktan başka bir şey değildir çünkü. Böyle durumlarda hiçbir şey yapmamak, en iyi eylem planı olabilir.

Unutmadan hep bir şeyler için didinip duruyoruz ya. Hep bir sonraki gün, hafta, ay ya da yıl için yaşıyoruz. Bu bizim hayatı ıskalamamızın en büyük sebebi işte. Planlar, programlar, iki gün sonra gidilecek sinemaya ilişkin heves. Ertesi günkü gezi programı. Çıkılacak tatil. Vesaire. Bizi diri tutan hep bunlar. Fakat kaçırdığımız nokta şu ki, hayat bir yolculuğun sonunda varılan güzel bir vaha değil. Hayat o yolculuğun ta kendisi. İşte tam da bu yüzden, bırakın bugünümüzü, şu anımızın her zerresini hissetmeli. 

23 Eylül 2014 Salı

Gezegenin Kanserli Hücresi


İnsana dinginlik veren eylül gecelerini yaşıyoruz. Hani onca hengameden sonra, "Hop dur bakalım!" deyip, hepimizi şaşkın ördek yavrusu gibi bakıştıran o sükunet çağrısı. Hani koşar adım yürürken girdiğin su çukurunun serinliğini önemseme eşiğin. Hani çarşaf kokusu, yorgan-döşek nezleler. New Mexico'dan çıkıp da milyonlarca can almıştı, Dokuzyüzonsekizde. Üstelik adı İspanyoldu ama kendi Amerikalıydı, nice bedeni yere sermişti, senin şimdi ıhlamurla geçiştirdiğin.

Dokuzyüzonsekizde bitti savaş. İki sene sonra da İspanyol gribi. Batı Cephesinde yeni bir şey vardı artık. Hayır barış değil. Savaşın bitmesi barışın başladığı anlamına gelir mi? En basit bir hesapla bir kazanan bir de kaybeden vardır. Kazanan yeterince kazanamadığını düşünürken, kaybeden de kaybettiklerini yeniden kazanmayı hayal eder. İşte bu çocuk, dünyanın en acımasız kısır döngüsüdür. 1871'de Paris'in göbeğinde Almanya'yı kuranlar, 1918'de Alsace-Lorraine'e gömülür. Versaille Führer'i, Führer İsrail'i doğurur. Ve hepsinden kötüsü, kazanan da kaybeden de senin ölümün, diğerinin öldürmesi, berikinin öldürülmesi ve onun çocuklarının ölmeye zorlanması ile iş görür.

Dünyanın en tehlikeli kımıl zararlısıdır insan. Yepyeni bir tespit olmadığını biliyoruz ama yakınen farkında değiliz hiçbirimiz. İnsanın olduğu yerde ot bitmiyor. 21.yy'da yaşayan insan, öldürmeye programlanmış bir makinayı andırıyor. Dizginleri ellerine aldığı günden beri -ki bu aşağı yukarı Sanayi Devrimi sonrasına tekabül ediyor- yaşadığı dünyanın canına okumaya bütün hızıyla devam ediyor. Düşünsenize son iki yüzyılda, bütün insanlık tarihinde olmadığı kadar canlıyı yok ettik, atmosferi zehirledik, temiz su kaynaklarını bitirdik ve ormanları yakıp yıktık. Çünkü Adem ve Havva'dan beri aç gözlüyüz. Çünkü Kâbil'den beri katiliz. Hepimizin en erken ortak atası olan primattan beri kavga etmeye, çalmaya, gasp etmeye ve bencilliğe meylimiz var bizim.

İnsan, Tanrının ruhundan üfleyip yarattığı, ileri teknolojik deneyimlerle geliştirdiği, fakat çok geçmeden kontrolünden çıkıp küresel bir felakete yol açan bilimsel bir deneyi andırıyor. "Tanrının Krallığı" olarak başlayan bu deney, "İnsanın Tiranlığı"na dönmüş durumda. Günahkar olduğumuzu bildiğimizden, içimizi rahatlatsın da ertesi gün adam öldürüp, kul hakkı yemeye devam edelim diye "Göklerdeki babamız" diye yakarıyoruz tiranlığın ilanından bu yana.

"Gökte olduğu gibi yeryüzünde de senin istediğin olsun." Ama önce izin ver biraz daha insan emeğini sömürelim. İzin ver biraz daha haksız kazanç sağlayalım. "Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de bizleri bağışla." Çünkü doğayı katletmeye devam edeceğiz ve bunu sadece çükümüzün keyfi için yapacağız. "Adın kutsal kılınsın! Egemenliğin gelsin!" Yalnız müsaade et de, senin şu egemenlik gelene kadar, biz hakça yaşamayı biraz erteleyelim. Kefenin değilse de, cicili bicili marka ceketlerimizin bol miktarda cebi var. Dünyanın ağzına sıçmaya kararlıyız. Ha yoksa "güç ve yücelik sonsuza dek senindir!" Bizse seni temsil ediyoruz. Kendisine Zıllıllahü fi'l âlem diyen hükümdarlarımız oldu bizim. Biz eksik mi kalalım yani? "Amen!"

"Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü’nün sahibi olan Allah’a mahsustur. (Allahım!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir. "

Ne güzel sözler. Kelâmullah güzel de, "Beşer şaşar" diye söz uydurup şaştığına hiç de şaşırmayan beşer bu güzelliğe ne derece layık?

"İnsanca yaşamak" ne büyük karşıtlıklar barındırıyor içerisinde. "İyi de hangi insan?" diye soruyoruz. Tabi ki hiçbir zaman olmadığımız insan. Olabilseydik böyle bir söz olmazdı herhalde.

İnsanca yaşayıp doğanın efendisi değil, bir parçası olduğunu kabul etmek zorundayız. Biz bunu yaptığımız zaman, doğa da bizi kabul edecektir. Zira doğa muhteşem bir kucaktır. Muhteşem bir iyileşme ve iyileştirme gücüne sahiptir. Onu yeterince rahat bırakırsak, o kısa sürede kendisini toparlayabilecek kadar iyi olduğunu hepimize gösterecektir. İnsanın önce kendini kendinden temizlemesi, sonra da doğadan elini çekmesi, yine kendisinin yararına olacak. Yoksa, yok olacak. Kendi kuyruğunu yutan yılanın hazin sonuna dönecek parıltılı hikayesi. 

18 Eylül 2014 Perşembe

Kaçıncı Cemre?


Bana bıraksalar bütün mevsimleri ya Eylül başına ya Nisan sonuna sabitlerim. Hatta 6 ay Eylül, 6 ay Nisan olsun.

Peki şimdi
sonbahar geldi mi gelmedi mi?

Bu bir sorunsal. Çünkü yanıtı muallak. Daha doğrusu cemrelerle, mevsim çizelgeleriyle yeterince iyi açıklayamıyoruz biz bu kavramı. "Ağustos" demek, "Eylül" demek yetmiyor mevsim geçişini tarif etmekte. Biz Ağustos için yazın bitişi deriz ama esasen hissettiğimiz aylaklık vakitlerinin son bulduğudur. Yeni bir senenin başlıyor oluşuna hayıflanırız. Öyle ya ne güzel tatil yapıyorduk. Yoksa bedenen ve ruhen yeni mevsimin renklerini soluklarımıza yedirdiğimizden değil bu duygusal değişim. Yeni bir mevsimin farkına varışımızdan değil.

Bayıla bayıla kavun-karpuz yediğimiz günler geride kaldı mı? İşte sana bir işaret. Canın dün sabah karpuz çekerken, bu akşam sert bir elmanın dişlerinden süzülen suyunu arzuluyorsa,

Akşamları kendinle başbaşa kaldığında, o anki planına eşlik etsin diye, abur cubur yerine sıcak bir bitki çayı ya da sıcacık bir kahve içmeyi planlıyorsan,

Dün Kordon'da şortla gezerken, bugün evin içindeyken bile pijama giymek arzusundaysan,

Dağınık odandaki rastgele atılmış çorap sayısında, gözle görülür bir artış yaşandıysa,

Arkadaşlarınla buluşmak için sözleşeceğinde, bir önceki buluşmadan daha erken bir saat teklif ettiysen,

Gece burnuna, açık pencerenden uzaklara yağmış bir rahmetin cânım kokuları geliyorsa,

Odanın penceresini yandan değil de üstten açmaya başladıysan,

Dün denize gitmek isterken, bugün yorgana sarılıp uyumak çok daha eğlenceli bir düş haline geldiyse,

Artık sonbahar fiilen gelmiş demektir. Bize de güze hoşgeldin demek düşer. Bir de üstümüze bir şeyler almak.

14 Eylül 2014 Pazar

"Bence Bukowski süper Burç."

                                                                    
Nabıyonuz lan? Eheh

Ulan daha yarım saat önce kafamı toplamış Kani Karaca dinliyordum. Gönül dünyam nasıl güzelleşmiş, "Hak bu kim, can derdmendinin tabibidür lebün / Hokka-i lâlin açıp derde devalar gösterir" tadındayım. Dur şu kafayla bloglayayım, iç dünyamın duygusal dinamiklerini okuyucuya (Kaç para ulan bi okuyucu! Kaç para!!1?!?!!!) nakşedeyim dedim. Geldiğim noktaya bak. "Rock You Like A Hurricane" ne zaman açıldı yemin billah hatırlamıyorum.


"Ayy insanları anlamıyorum Melis! Hepsi öyle sahteler ki..." Ba ba ba ite bak. Melis'e yürüycem diye bütün Adem evladını töhmet altında bırakıyo. Sahteymiş. Sen nesin lan topaç? Melis'e hangi gerçekliği göstermeyi düşünüyosun fikfikten başka? Hatunu ellemeye başlar başlamaz bütün o "geçen gün bienaldeyiz" lafların ziginden başka bi yere gitmeyen kanına karışacak godoş herif. Küskünün keyfine kim bilir kaç muhabbeti meze yaptın. "Yaa Nuri Bilge müthiş bi adam ama..." La zigigit hala burda! İkinci Yeni'nin talihsiz şuarasını facebook iletilerine iliştirenlere değinmek dahi istemiyorum. "Hayat kısa, kuşlar uçuy..." Kuşlar s.ksin hepinizi mına kodum kolpaları.


Yine atarlı ergen saatimdeyim. Ayrıca biliyorum bir kısmınızı hayal kırıklığına uğratırcasına küfrediyorum. Yalnız küfretmeyi meşrulaştırmak için Can Yücel'in olmayan sözlerine atıf yapıp tribünlere oynamayacağım. Bunu da söylemeliyim.  Ama beni dünya beyefendisi, nezih ve tatlı bir insan olarak bilen sevgili dostlarıma seslenmeden edemiycem. Evet, hala öyle bilmeye devam edin lütfen. Zira övünmek gibin olmasın emmeee, haksız olduğunuz kanısında değilim. Ama yine de insanın dolu dolu yaoovvvvvvvvvvvuşşşak demesi kadar güzel bir şey yok. Çünkü küfür bir dilin şeyidir... Neyidir? Neyiydi lan? Neyse bak yine meşrulaştırma çakallıkları...


Bu yazıyı değişik zaman dilimlerinde değişik ruh hallerinde kaleme alıyorum. Yine de müşterek bir Mert varmış gibi davrandığımın farkındayım. Oysa hepsi birbirinden it bu Mertlerin. Bi kere Mert hafiften tiki bi isim. Berk kadar olmasa da insanı kıllandıran bi yanı var. Dolayısıyla ister istemez bi tekinsizlik, ister istemez bi "lan acaba?" hissiyatı yaratıyor insanda. Bununla beraber çevreme verdiğim farklı Mert izlenimlerini topladığınızda anlamlı bir bütüne her zaman ulaşabiliyor musunuz bilmiyorum. Esasında benim açımdan meseleye bakıldığında bir tutarsızlık söz konusu değil. Çünkü kendimi tanıma yolunda 21 yaşıma oranla daha çok yol katettim. 21 yaşım da 17'imden daha iyiydi. eminim 35'im de (şayet görürsek) 27'lik Mert'ten daha iyi tanıyacak kendisini.


Bu arada insanın kendisini tanıması demişken, insan bedeninin dünyayla etkileşimi üzerine müthiş bir yolculuğa çıkmak istiyeyenlerinize Richard Sennett'in "Ten ve Taş" adıyla çevrilmiş eserini öneririm. Metis Yayınları'ndan.


Hadi biraz dedikodu yapalım. İfşaat-ı mahreme yelken açalım. Güzel bir söz var, çoğumuz duymuştur: "Çok kadın, hiç kadındır." Doğruluğu bu kadar çok deneyimlenmiş başka bir söz var mıdır bilemiyorum. O yüzden yol yakınken diyorum bazen, koy koy dolaşmayı bırak da, şöyle güzeller güzeli bir limana demirle. İstemiyor muyum? Hem de çok istiyorum. Ama nedense o limanı bir türlü bulamadım. Nedenini anlayamıyorum. Acaba diyorum, güzel ve keşfedilmemiş nice koyun seyrine malik olmak için mi gözden kaçırıyorum.Yoksa gerçekten artık hayalimde inşa ettiğim o müthiş liman kenti bir El Dorado'dan mı ibaret? Yardım elimi bana ben uzatacağım belli ki. Ama önce ya sorularıma yanıtlar bulmalı, ya da soru sormaktan vazgeçmeliyim.


Bu kadar özel hayat dedikodusu yeter kanımca. Zaten ne dediğim, ne koduğum belli benim. Ne diyorduk? Hah, Kani Karaca. Allah gani gani rahmet eylesin. Güzel adam vesselam. Bir sabah ezanı okuyuşu alır götürür sizi. Hayır mescide değil. Alır götürür derken kolunuzdan tutup namaza götürür demek istemedim. Hoş kılacaksan kıl bana niye sövüyorsun. Kalbi güzel adama ne bahane olursa olsun farketmiyor. Bir olurunu bulup güzelleşecek adama ne sunarsan onu sun. İster kitap ver ister öğüt. İstersen bir bardak su. Bu adama da müzik verilmiş mesela. Almam dememiş. Ya Allah demiş.


Ne diyorduk? Biliyorum bir kere daha sordum çünkü aslında konumuz Kani Karaca da değildi. Şunu konuşmak ve tartışmak niyetindeyim diye ortaya bir şey de dökmedim zaten. Benim hatam. Herhalde uzun süre yazmayınca insan güncel olaylara dank diye giremiyor. Biraz ondan, biraz bundan bahsedelim istemiş olabilirim. Satırlar boyunca esasen hiçbir şeyden bahsetmiyor oluşumu da gözden kaçırmayıp, "yarısında çıktım panpa" diyenlerinize de ses çıkarmıycam.


Bazı düğünlerin sonunda 10. Yıl Marşı çalınması gerizekalılığı vardır bilirsiniz. Sanırsınız düğünden sonra hep beraber gidiliyor, Cumhuriyet Halk Fırkası, İzmir vilayet riyasetine kayıt yaptırılıyor. Öyle bir gaz. La insanlar evlenmiş, en kötü gider biraz daha kafa dağıtır sonra evine döner. Daha bi tur sevişip, sevişemeden yorgunluktan uykuya dalarlar zaten. Neden bir cumhuriyetçi marş çalınıyor? "Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan". İzban'la mı dönecen eve kurban?


Neyse neden 10.yıl Marşı'na bağladım. Çünkü bizde biliyorsunuz bir şeyleri "Atatürk" göndermesiyle bitirmek adettendir. Hani Atatürk'ü tanıyıp, sevdiğimizden değil. Sırf şekilcilik olsun diye. Sorsan en basitinden bir Kinross'u bile okumamıştır. Neyse. Ben de yazıyı bitirmeden evvel konuyu Atatürk'e bağlamak istiyorum. Şekilcilikten değil. Şu ana kadar belki de çok az kişinin dikkat çektiği bir özelliğinden. Elimizde az sayıda ses kaydı var kendisine ait biliyorsunuz. Bunlardan birkaçına dikkat kesilirseniz, kendisi çok güzel "Efendim" diyor. O Rumeli ağzının hiç kaybolmadığı konuşmasıyla "teşekkür ederiz efendim" deyişi var ki, sanki 1932'de Gümülcine'de doğup büyüyen dedemin sesini duyuyorum. Ne güzel bir şive o yahu. Nur içinde yatsın.


Şimdilik görüşürüz.