12 Aralık 2014 Cuma

OSMANLICA ???

Eveeet her şeyi hallettik bir Osmanlıca kaldı. Bu yazının başlığı aslında "Her kuşu" ile başlayıp "leylekle" devam eden güzide atasözümüz olacaktı. Ancak miniklerin gözlerinden öperek ahlaklarını muhafaza etmeye önem gösterelim. Gündeme biraz da biz kömür atalım. Yansın.

Öncelikle What is Osmanlıca? He gulüm? He yavrum? Maddeleyek mi, Törkiş eğitim sisteminden alışkınız, maddeleyince daha kolay öğreniyok.

1- Osmanlıca (Osmanlı Türkçesi) "Türkçe" den farklı bir "dil" değildir. Dolayısıyla biz bu dili tanımlarken şöyle bir tanım yapabiliriz: "İçerisine çokça Arapça ve Farsça kelime, terkib, imla girmiş olan ve kabaca 13 ila 20. yy arasındaki dönemi kapsayan yazılı Türkçe"

2- Osmanlıca bir "konuşma dili" değildir !!!! (Buraya daha bir sürü ünlem getirebilirim) Yani Osmanlıca konuşulmaz, "yazılır." Dolayısıyla "Hadi bi Osmanlıca konuş bakalım" denmez. Bu hadi bi Hiyeroglifçe konuş bakalım gibi bir şey olur.

3- Osmanlı padişahları da, Osmanlı halkı da Türkçe konuşurlar, Türkçe yazarlardı. "Türk" dilinin "Arap alfabesiyle" yazılıyor oluşu, onu "Arapça" yapmaz. Türk dilini Kiril, Latin, Grek gibi pek çok alfabede (her türlü sesin birbirini tamamen karşılaması mümkün olmasa da) yazabilirsiniz. Bu noktadan hareketle Osmanlıca için "Arap alfabesiyle yazılan Türkçe" demek eksik olmakla birlikte doğru bir tanımlama olacaktır. Velhasılkelam Osmanlılar "Arapça" konuşmaz "Arapça" yazmazlardı. Arada fark var. E bir zahmet.

4- 16.yy'dan itibaren aynı bugünün İngilizcesinde olduğu gibi, o gün de "Farsça ve Arapça" popüler ve revaçta olan dillerdi. Dolayısıyla bu dilleri kullanmak "saygınlık ve ahenkli olmak" anlamına geliyordu. Bunu Tanzimat'tan sonra "Fransızca" ile göreceğiz. Hal böyle olunca ve Osmanlı devlet eliti elini eteğini Türkmen geleneklerinden çekip, daha ziyade merkezi bir imparatorluk ideolojisi temelinde gelişmeye başladıkça, Yazışmalarında, resmi kayıtlarında, dini metinlerde, sicillerde, yıllıklarında vesaire Türkçe'nin içerisine daha çok Arapça ve Farsça kelime-kalıp sokmaya başladı. İyice basitleştirmek gerekirse "milli kuvvetler" demek yerine "kuva-yı milliye" terimi kullanılıyordu. Bu terim gibi binlerce tamlama düşünün. Arapça kelimeleri ise "hükm-hakim-hakem-mahkum-muhakeme-mahkeme-tahkim-tahakküm-mütehakkim" boyutunda tek bir kelimeden birçok kelime üretme anlamında düşünürseniz, bu söz konusu zenginliğin Osmanlıca içerisinde sıkça kullanıldığını görürsünüz. Bu da Osmanlıca'nın bizim günümüzde kullandığımız Türkçe'den biraz daha farklı bir yapıya bürünmek adına Farsça terkiplerle beraber etkili olan başka bir faktördür.

5- Tekrar ediyorum Osmanlıca konuşulmaz, yazılır. Bunu da padişahın yazdığı bir mektuptan bile anlamamız mümkündür. Bildiğimiz üzere "dilekçe"nin aksine "mektup" daha az resmi, daha öz ve konuşma diline en yakın hitabın kullanıldığı yazı biçimlerinden birisidir. Kanuni'nin Fransuva'ya yazdığı meşhur mektuptan doğrudan alıntı yapıyorum: "...Dergah-ı selatin penahıma yarar ademin Frankipan ile mektup gönderüp ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayup memleketimiz düşman müsteli olup, el’an hapiste olduğunuzu ilam edüp halasınız hususunda bu canipten inayet-ü medet istida eylemişsiniz..." Görüldüğü üzere bir iki terkip ve yabancı kelime dışında gayet anlaşılır bir Türkçe söz konusu. Ancak mektubun burada vermediğim baş kısmında ise Kanuni türlü ünvanlarını ve titrlerini sıralarken çok daha ağdalı ve ağır bir dil kullanmıştır. Fakat meselenin açıklandığı yer bunun aksine gayet sarihtir. Bu da günlük konuşma dilinin bir mektuptan çok daha öz ve sade olacağı düşünüldüğünde, bu insanların da bizler gibi "Türkçe" konuştuğunu göstermektedir. Bu basit bilgiyi neden bu kadar çok vurguluyorum, çünkü yarımızdan çoğumuz Osmanlıca'yı farklı bir şey sanıyor.

Osmanlıca'nın ne olup olmadığı ile ilgili biraz olsun kafamızda soru işaretleri azaldıysa günümüzdeki Osmanlıca tartışmalarına geliyorum.

Osmanlıca günümüzde liselerde zorunlu ders olarak okutulmalı mı? Okutulmamalı mı? Neden?

1- Osmanlıca halihazırda yazılan, kullanılan bir dil olmadığı için bu dilin geniş kitlelerce öğrenilmesinin hiçbir ehemmiyeti yoktur.

2- Eski kayıtlar, arşiv belgeleri, kısacası akademik çalışma alanları için halihazırda fakültelerimizin pek çok bölümünde Osmanlıca okuyabilmek adına dersler verilmektedir. Bununla birlikte hobi olarak öğrenmek isteyenlere halk eğitim merkezleri bile bunun temel eğitimini vermektedirler. Ancak temel eğitimden ötesi vardır ki. Orası biraz yaş.

3- Her şeyden daha önemlisi Osmanlıca demek yalnızca matbu metin demek değildir. Bunun rik'a başta olmak üzere talik, sülüs, siyakat (bu en kazığıdır) gibi pek çok farklı yazılış biçimi söz konusudur. Bunların tamamına ya da birkaçına birden hakim olan insan sayısı oldukça azdır. Buna fakültelerde "Osmanlıca" dersi veren hocaların da "önemli bir kısmının" dahil olduğıunu söylersem kesinlikle abartmış olmam. Hatta iyimser bile davranmış olabilirim. Üniversite hocaları bile Osmanlıca'ya bu denli hakim değilken, hangi eğitimci lise öğrencisine ne kadar Osmanlıca öğretebilecek? Gerçekten bunun mümkün olabileceğini düşünen varsa korkunç bir yanılgı içerisinde. Eğer bu proje hayata geçerse "Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder" sözünün ne kadar doğru olduğunu görebiliriz. Bir şeyi hiç bilmemek, yarım yamalak bilmekten çoğu kez evla iken, bir de yarım yamalak bilip de başkasına öğretmeye çalışmanın nasıl bir faciaya yol açacağını tahayyül sınırlarınıza bırakıyorum.

4- En eğlencelisini en sona bıraktım. "BİR GECEDE CAHİL KALDIK ATALARIMIZIN MEZARTAŞASDKADFSGOKUSEHDASDFSLFDGHDFGDJSGASF" Hani bir söz vardır. "Delinin biri bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış" deyu. İşte bu tam da o söze yaraşır bir vaka. Patalojik, Psikiyatrik, Psikanalitik bir vaka. Deli saçması kere deli saçması.

Yukarıda da bahsettiğim gibi liselerde öğretilmesi mümkün "Osmanlıca" formu ancak bir yere kadar "matbu" harflerdir. O da o seviyede inanılmaz zor olacak ve basit cümleler dışında bir şeyi okumaya yaramayacaktır. Yani günümüzde de Osmanlıca bilip "DEDELERİNİN MEZAR TAŞINI" okuyamayan çok insan var ve bu Osmanlıca eğitimi de bu durumu değiştirmeyecek. Kaldı ki bir numarası da yok. "Hüvel baki" diye başlar, bir iki mani ile devam eder ve fatiha ile biter. Yani olayı bu kadar berbat, bu kadar leş bir ajitasyona getirmek sadece politikacılara has bir iki yüzlülük olursa anlaşılabilir. 

Cahil mi bırakıldık? Bir gecede kültürümüzü mü kaybettik? Osmanlı bir gecede yok mu oldu? La babam sen ne diin? 

Bir kere Müteferrika'dan bu yana basılan kitapların neredeyse tamamı günümüz Türkçesiyle transkribe edilmiştir. Öyle kaybolup giden, yiten bir devasa kültür külliyatı yok yani ortada. Sonuçta bunlar Urartu taş tabletleri de değil. (Kaldı ki onlar bile okunuyor) Osmanlı dediğimiz yapı da zaten İlber Ortaylı'nın çok güzel ifade ettiği gibi öyle aman aman münevverler deryası içinde yüzmüyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında henüz Harf Devrimi yapılmadan önceki okuma-yazma oranı "en iyi istatistik ihtimaliyle" %10-12 civarındadır. Yani anlayacağınız Ecdadımızın mezar taşlarını "ecdadımızın" bizzat kendisi de okuyamıyordu anacım. Değişen bir şey olmadı yani. Yeni harflerin kabulü ve millet mekteplerinin açılmasından kısa bir süre sonra okuma yazma oranı %19'a, on yıl içinde ise %25'in üzerine çıkacaktır. Osmanlı'da hiçbir zaman %10 ların üzerinde bir okuma-yazma oranı olmadığını da söyleyelim. 

Yani görüldüğü üzere Yeni alfabenin ihdas edilmesi, BİR GECEDE CAHİL KAKDSALDAJDFGSH salaklığının aksine ciddi bir eğitim ivmesi yakalanmasını sağlamıştır. Üstelik insanlar devrimden sonra kendi haline bırakılmış da değildir. Binlerce öğretmen bu konuda eğitilmiş, Türkiye'nin dört bir yanında okuma-yazma seferberliği başlatılmış, Millet Mektepleri bu vazifeyi fazlasıyla iyi yerine getirmiştir. 1929 - 1932 yılları arasında açılan kurs sayısı 43.000 civarındadır. Bununla birlikte yeni alfabeye alışma süresince günlük gazetelerin büyük bir bölümü yarı Arap alfabesi yarı Latin alfabesi kullanarak haberler yapmış. Böylece insanların hem metinleri karşılaştırması hem de yeni harflere uyum sağlaması için kolaylık sağlanmıştır. Uzun lafın kısası her zaman her şekilde yeniliğe karşı olan Türk-İslam toplumu bu devrimi de kabullenmekte büyük sancılar çekmiş ancak neticede belki de Cumhuriyet tarihinin en güzel işlerinden birisi başarılmıştır.

Yani Tayyipcim, üzgünüm ama yine bizimle deyılsın.

8 Aralık 2014 Pazartesi

"Şşşş toprak olcaz, uyandırayım."

Hayat karmaşık, kompleks bir yapı. Duygular deseniz çok daha beter. Her şey birbirine giriyor. Bazı anlar geliyor ki hiçbir şeyden emin olamıyorum. Bildiğim ve hissettiğim her şeyin yanlış olabileceğini düşünüyorum. Biraz olsun obsesifseniz ve hayat bunun üzerine üzerine oynamaya bayılıyorsa yandınız yani. Bakın obsesiflik öyle bir seviyede ki, hayatın bunu bilerek yaptığını sanıyorsunuz.

İnsanoğlu da çok ilginç bir varlık. Bazen müthiş gürültüleri iki saniyede unutabiliyorken, tek bir "tın" sesini yıllarca anımsayabiliyor. Bu bile onun karmaşıklığını anlatmak için yeterli esasında. Hayatımıza dokunan, yıkıp geçen, darmadağın eden ya da o hayatı yaşanabilir kılan her "ses" bizde bir yer ediniyor. Zaman geçtikçe bu sesler birbirine giriyor. Nihayetinde de ortaya bir melodi ya da baş ağrısı çıkıyor. Hatta çoğu kez bu ikisi birbirine de karışır.

Kimi zaman isteseniz de sizi mutsuz eden şeylerden kaçamazsınız. Hani elin mahkum, tadacaksın o pis duyguyu. Fiziksel olarak kaçamadığınız zamanlarda ruhunuzun başka diyarlara yolculuk yapmasını dilersiniz. Bunun için uğraşırsınız. Ne kadar kaçmaya çalışırsanız o kadar hapsolursunuz. Can çekiştiğinizi hissedersiniz resmen. Bir şeyi görmezden gelmeye çalışmak, aslında onu kendi gözünüze sokmaktan başka bir şey değildir çünkü. Böyle durumlarda hiçbir şey yapmamak, en iyi eylem planı olabilir.

Unutmadan hep bir şeyler için didinip duruyoruz ya. Hep bir sonraki gün, hafta, ay ya da yıl için yaşıyoruz. Bu bizim hayatı ıskalamamızın en büyük sebebi işte. Planlar, programlar, iki gün sonra gidilecek sinemaya ilişkin heves. Ertesi günkü gezi programı. Çıkılacak tatil. Vesaire. Bizi diri tutan hep bunlar. Fakat kaçırdığımız nokta şu ki, hayat bir yolculuğun sonunda varılan güzel bir vaha değil. Hayat o yolculuğun ta kendisi. İşte tam da bu yüzden, bırakın bugünümüzü, şu anımızın her zerresini hissetmeli.