29 Mayıs 2016 Pazar

O şehir.

Bugün İstanbul'un fethinin bilmemkaçıncı yıl dönümü...

Mayıs ortasından beri yapılan üçüncü umumi taarruz 29 Mayıs'a denk geldi. Çapulcu ve ihtiyarlar, Azaplar ve nihayet Yeniçerilerin dalga dalga yaptığı o üçüncü büyük taarruzla, belki de artık ümitlerin son raddesine geldiği bir anda düştü şehir. Bizansın o müthiş kuşatma günlerine tanık olan tarihçisi Frantzes'in deyimiyle, "Healo he Polis".

Sultan II. Mehmed. Kabına sığmayan bir adam. Genç, ateşli. Leonardo Da Vinci için, "Ellerinin hızı aklının hızına bir türlü yetişememiştir" derler. Mehmed de öyle bir hükümdar işte. Aklında fırtınalar kopar, kırk tilkinin dönüp dolaştığı dimağından fışkıran fikirleri, derhal icra edemediği için çıldırası gelirdi. "Çağının ötesinde" derler ya kimileri için. O gencecik adama bıraksalar, çağı alıp sürükleyecek, bir çıtayı yerinden kaldırır gibi atacaktı uzaklara. Atlas'ın dünyayı taşıdığı misali, taşıyacak tüm yükü.

Etrafında çoğunluğu mühtedi ya da devşirme devlet adamları; Mahmud Paşa, Zağanos Paşa, çok sonraları Rum Mehmed Paşa... Bir de Çandarlı Halil elbet. O koskoca Türkmen töresinin, Oğuz'un, Cengiz'in, Selçuk'un bozkırlardan gelmiş Türk devlet geleneğinin son temsilcisi. Artık modası geçmiş. Eskisi kadar güçlü değil. Evrenoslardan, Mihaillerden, Saltuklardan, İlbeylerden, Çandarlılardan, yani Osmanlı henüz tamamen bir Türkmen ocağıyken devletin asıl gücü olmuş bu merkezkaç Türkmen ailelerinden kalan son çınar belki de. Çınar büyük ancak bir o kadar da çürümüş içi. Yıkıldı yıkılacak, gölgesi yerli yerinde yalnızca... Onun yerine yepyeni bir filiz yeşeriyor. İmparatorluk filizi... Bu filiz, Doğu Roma'nın yıkılan surlarında bulacak kutsal doğum sancılarını. Büyük Türk'ün, Roma'yı yeniden dirilteceği o kadim şehirde. Çandarlı'ya kalsa baştan sona hata bu kuşatma. Bunca çaba, dökülecek kan, ödenecek bedel... Kim bilir, belki de böyle düşünmesinde, kaynağı meçhul kilolarca altının da bir payı vardır? Dedikoduya kim engel olabilmiş ki? II. Murad döneminin mutedil politikalarına yön veren koca vezir, "Bizans" diyor, "Zaten olgunlaşmış bir meyve gibi düşecektir elimize. Neden devletin ve ordunun varlığını riske atıyoruz? Ya bir Haçlı ittifakı kurulursa? Ya bir bozgun bir diğerini getirirse?" O kocamış Türkmen böyle diyor, beklemeli biraz daha. Nasıl olsa bizim bu şehir... Fatihse pek oralı değil, baba yadigarı bu koca sadrazamı fetihin ertesi günü hapsedecek ve bir iki hafta içinde de öldürtecek. O kuşatma öncesi divanlarında kim bilir ne psikolojik savaşlar vermişlerdi karşılıklı. Elbet vazgeçirmeye de çalışmıştı onu bu fetihten. Şimdi artık diyet ödenmeli... Ödenmeli ki İmparatorluk filizi engelsiz doğsun ve büyüsün yeni kayzerin parlak aklında. Tıpkı Zeus'un kafasından çıkan yüceler yücesi Athena gibi...

Mehmed. Fatih olacak o gün. Ana dili gibi Yunanca konuşur. Bir Roma kayzerine yakışır şekilde Latince bilir. Kuşkusuz Arapça ve Farsça bilmesi, Çağatay edebiyatına hakim olacak kadar Çağatay Türkçesi bilmesi kaçınılmaz. İbranice ve Slavca bildiği dahi söylenir bu genç adamın. Üstelik tüm bunların atfedildiği yaş, henüz 19. Ondokuz yaşında bu hangi bilgeliğin neticesi? Topçulara yol-yordam gösterecek kadar balistik bilir genç sultan. Askeri ilimlere hakim. Kim bilir De Re Militari'yi kaç kez okumuş. Kaç kez çizmişti kim bilir askeri taktikleri, taslak ve planları 28'inin gecesi... Antik Yunan'dan Roma'ya, Ptolemaios'tan Titus Livius'a kaç eser okumuş, çevirtmiş, gözlerine buğulu kelimelerin yol gösterdiği tarihin ışıklarında, kim bilir nice parlamıştı o keskin zihni.

Nihayet Romanos kapısı'nda başlayan o kanlı muharebe, öğleden sonra yerini artık yağma ve talana bırakıyor. Yeni doğmuş bebeğin memeye saldırması gibi, sanki yüzyılların açlığı bu binlerce askere aksetmiş. Şehir 3 gün yağmalanıyor. Her yer yangın yeri. Vatanları düşmesin diye dua eden rahibeler şimdi bir Yeniçeri'nin savaş ödülü. Kimisi intihar etmiş, kimisi çoktan esir kafilesinde. Evlerin önlerinde sapı çaputla bağlı bir mızrak saplı... Etraftan geçenlere, "Burada yağma var, kendine başka bir hazine bul" diyor sessizce. Fatih'in en büyük pişmanlığı başlıyor üçüncü günün sabahı. "Yeter!" O güzelim şehir, istilacılarının mecburi talanında mahvolmaya son veriyor artık. Zaten en başından beri gönlü yoktu ya bu işte. Ancak kural, kuraldır. Ortaçağ'ın bu korkunç kuralına Fatih'in dahi şansı yok karşı koymaya...

İmparator'un erguvan işlemeli ayakkabısı bulunuyor, sıradan bir askerin cansız uzanmış ayaklarında. Üzerinde bir imparatorluk kartalı. Zaten öyle anlaşılıyor Konstantinos'un o beden olduğu. Zira cesedin kafası tanınmayacak halde. Suratında ve sırtında müthiş kılıç ve gürz darbeleri. Savaşırken ölmüş bir imparator, bir diğerine onurlu bir mirası bırakıyor işte böylece. Yeni imparator artık bir Türk.

Fetihin ertesi, Akşemseddin ve devlet ileri gelenleri Fatih'in huzurunda. Lalanın duaları otağı sarıyor. Huşu içinde bir iman gösterisi. Öyle ki bir ara, hani şu 29'undaki son hücumu kastederek, "Hünkarım" diyor lala. "Son umumi taarruzda ak etekli veliler gördüm, kılıç uruyorlardı küffara." Daha sözü bitmeden, eteğinin çamurunu öpecek kadar sevdiği hocasının sözünü kesiyor Fatih. "Lala!" diyerek hışımla tersliyor hocasını. "O şehri alan benim kılıcımdır!"

İşte böyle bir adam Fatih. Böyle bir şehir İstanbul. 1453 böyle bir manzara görmüş. Şimdi bana söyler misiniz, bu muhteşem adamın dehasının ve akılcılığının zerresini bilen, onu anlayan birileri var mıdır yarın "Fetih Şöleni" denilen zırvada yer alacak olan? Ondokuzunda 6 dil bilen adamı, danışmanlarının getirdiği kitap özetleriyle idare eden adam mı anlayacak da anlatacak bizlere yoksa?

Sağlıcakla.