31 Temmuz 2009 Cuma

Galatasaray'da Neler Oluyor? (3)


Heyhat!
Ne güzel kadro kurduk be yavrular!
İş malzemeyle olmuyor, aşçısına bakacaksın pişen yemeğin diyenler için de üşenmedik Rijkaard'ı getirdik. E yalnız her şey bu kadarla da bitmiyor. Bir de bu mutfağın ait olduğu bir bina var. Bina her yere borçlu, binbir türlü derdi var. Ama içinde ve dışında isteyen, inanan insanlar var. O halde neden olmasın güzel bir akşam yemeği ziyafeti ha canlarım?

Bir-iki ay kadar evvel yazdığım yazıda da söylemiştim, bu takımın bir santrafora ihtiyacı var diye. Hala söylüyorum. Baros her zaman çok iyi olmayabilir ve her zaman yanındakilerce iyi beslenemeyebilir. Ona bir yardımcı, en azından bir alternatif lazım. Çünkü zor günlerimiz olacak ileride. Ve olası bir sakatlıkta bu adamın yerine koyabileceğimiz doğru düzgün bir striker'ımız yok.

Onun dışında sizin için paintte kadromuzu hazırladım, aha da paragrafın altına koyuyorum. Her şey hemen hemen tamam gibi. Keita-Kewell ikilisinden ancak bir tanesinin Rijkaard'ın düşündüğü sistemde oynayabileceğini varsayarsak da, yedek kulubemiz güçlenecek. Ha başka alternatifler de bulunabilir neden olmasın. Kadroda yalnızca birkaç tereddüt ve eksiklikten bahsedebiliriz. Elbette her şey mükemmel olmak zorunda değil. Ama yine de geçen sene en az bir onbir daha çıkaracak kadar fazla ve kaliteli bir yığın futbolcumuzun aynı anda sakatlandığını unutmayalım. Hatta ve hatta dört stoperimizin dördünün birden olmadığı maçları hatırlayalım. Hani Kewell'ın ve Mehmet Topal'ın stoper oynadığı maçlar...
Şimdi bu kadro sadece bir şablon. Eğilip bükülebilir, yerler değiştirilebilir. İşin formasyon-taktik kısmına hiç girmiyorum. O kadarını yorumlamak için çok kalifiye sayılmam. Şimdi kale tamam bir kere. Akşamki maçtan itibaren Leo kaleyi aldı. Bi daha da bırakmaz gibi görünüyor şimdilik. Sol bek Hakan Balta, sonsuza dek orada kalacak gibi zaten. Allah daim eylesin. Servet de değişmeyen stoperimiz. Yalnız yanında Gökhan'ın oynaması demek, tandemi iki ağır adama emanet etmek demek ki, hakikaten göte getirebilir takımı olası bi bocalama anında. Bana sorarsanız iyileşip form tutmaya başlayacak bir Emre Güngör, yine kronik sakatlıklarına geri dönmezse Servet'in yanında kapar yerini. Ha olmadı Emre Aşık gibi bir istikrar abidesi var. Zan'la Servet'i yanyana oynatmaktansa yalnızca Servet'i oynatıp yanına Emreler'den birini takviye etmek en mantıklısı.

Sağ bekteki durumumuz destansı olduğu için çok fazla bahsetmeyeceğim, çarpılırım neme lazım. Elimizde Sabri Sarıoğlu diye bir fenomen var. Gattuso'nun yandan yemişi kendisi. Hırs desen bunda, azim desen bunda. Doksan dakika keklik gibi koşuyor canına yandığım. Hani ayağına denk getirirse de kodumu oturtuyor kaleye. Yalnız sorun da o zaten. "denk getirirse". Yoksa topu diğer yarımküreden alır getirirsiniz... Defansif yönünü biraz daha geliştirmesini beklemek çok mu hayalcilik, bilemedim ki... Yerine her an Lucas Neill gelebilir haberiniz olsun. Gerçi para da kalmadı ya...

Uğur Uçar... Ah yavrum ah. Son iki senede en çok üzüldüğüm şey bu çocuğun sakatlanmasıydı. Tam da "Gökhan Gönül'ün bile pabucunu dama atacak bir sağ bek geliyor" diyorduk ki, katil Konya zemininin maktülü oldu. Sonra bir de Galatasaray Sağlık ekibi mahvetti kendisini. Bir oyuncunun sakatlığı 13 ay sürer mi ya?

Elano'nun forvet arkasında oynaması hemen hemen kesin gibi. Yalnız bir süre daha orayı, sezonun başından beri o mevkiiyi hasbel kader idame ettiren Arda'ya emanet edeceğiz. Elano'nun takıma adaptasyonu en az bir ay sürecektir, kezâ Keita için de böyle durum. Arda da oyunu daha iyi okuduğu, kendisini daha iyi hissettiği sol açığa yerleşecektir büyük ihtimalle. Hem futbola Ronaldinho'nun zamanında kazandırdığı bir "LCAM" mevkii var. Hah işte, Arda da tam onun adamı. Göynünce gezinsin dursun ön alanda.
Sağ açıkta eğer gerçekten dedikleri kadarsa Keita'yı göreceğiz muhtemelen. Gerçi daha çok işi var yapacak. Form tutması, adapte olması zaman alacak gibi. Bu da Kewell'la o bölgede bir forma savaşı verecekleri anlamına geliyor. Aslına bakarsanız Kewell'ın asıl yeri sol açıktır. Ancak şanssızlığı orada Arda'nın fink atıyor olması. Garibim de ne yapsın sağda oynuyor. Aslına bakarsanız adam tam bir görev adamı olduğu için sağ kanadı da gayet iyi kullanıyor. Zaman zaman Arda'yla kanat da değişiriyorlar oyun anında.

İleri uçta Baros'tan gayrısını düşünemeyük zati. Aslanlar gibi mücadele ediyor, adam geçiyor, zorluyor, içeriyi karıştırıyor. Aldı mı da çakıyor golü ibiş. Daha ne istiyonuz lan?
Son olarak beni bu sezon en çok düşündürecek mevkii olan oyun kurucu/ön libero kısmısına gelelim. Şimdi mevcut sistemde iki ön libero oynuyoruz. Topal henüz sakat. Dolayısıyla yerine emaneten Mustafa Sarp bakıyor. Ama iyileştiğinde burayı geri alacaktır. Ayhan'ın yeri garanti. Ancak şöyle bir problemimiz var. Mehmet Topal kuşkusuz şu an o mevkiideki en iyi oyuncu. Yalnız Topal tek başına oynadığı zaman ancak yüzde yüz verimli olabilen bir adam. Yani ön libero mevkiinde partnersiz olduğunda ve bütün sorumluluğu üzerine aldığında iyi işler çıkarıyor. Yanına bir partner geldiğinde biraz bocalıyor, alanı daralıyor ve verimi düşüyor. Ayhan'ın hiç böyle bir problemi yok. Yine de tahminim Ayhan'la yan yana oynayacakları yönünde. Umarım uyum sağlarlar 4-3-3'e.

Linderoth'dan bahsetmeyeceğim bile. Çok kaliteli bir futbolcuydu. Yaşadığı sakatlıklar büyük talihsizlik oldu hem onun hem bizim için. Artık eski formunu bulup Ayhan'a ya da Topal'a alternatif olabileceğini düşünmüyorum. Muhtemelen yine sakatlıkla uğraşacak ya da kulübeye hapsolup devre arasında bir yerlere kapağı atmaya çalışacak.

Kadro hemen hemen böyle. Çok iş yapar gibi görünüyor ama takım olabilmek, öyle de kalabilmek önemli. Umarım başarırız.

Unutmadan başlık resmine atıfta bulunalım. Kız istemeye gidecekseniz, mutlaka Haldun Üstünel'i de alıp öyle gidin kardeşim. Vermeyen babayı da kızla birlikte alır getirir eve.

"IN HALDUN WE TRUST"

=) Selametle...

24 Temmuz 2009 Cuma

Karamsarlık Üzerine


Gün olmuş, duru ve sessiz bir duman gibi karışmışsın gökyüzüne. Bir sigara dumanı, motordan çıkan bir mazot buharı olmuş bedenin. Karanlık yollarda yol almış, nice ışıklar görüp yetişememişsin ardından. Bir de şarkılar geliyor kulağına eski yalnızlıkların kokusunu kucaklayıp; "döndüm sana kardeşim" diyor, içten ve buruk bir sesle. Selamlayıp kokluyorsun şarkıları, sahipleniyorsun yeniden.


Kaldıramadan kafanı devam ediyorsun yola. Oysa yukarıdan kırlangıç sürüleri geçiyor cıvıl cıvıl bağrışlar içinde. Başını kaldırıp dokunmak istermişcesine birisinin kuyruğuna, sıkıyorsun kendini. Kuş oluyorsun, su olup akıyorsun yanlarına. Uçuyorsun elinden geldiğince, dişlerini sıktığın ölçüde uçuyorsun kendi zihninin yamaçlarında. Vadiden süzülen kartal olduğunu düşlüyorsun. Aşağıda Madrid sokakları; Caso de Campo'nun yanan evlerini, Can veren doktorlarını, aydınlarını, şairlerini görüyorsun. Yüreğin kanıyor... Kırmızı bir karanfil oluyor, iki yanına düşürdüğün siyah bir atkıya kesiyorsun. Derken yere inip yolunu gözlemeye devam ediyorsun şarkıların. Tren yolunun yanından geçerken çelik-çomak oynayan çocuklar görüyorsun. Ellerinde sopalar, uçana kaçana vuruyorlar. Sanki vurdukları değnek değil de, yok olup giden gelecekleri gibi. Doğudan batıya dizili, bacalarında dumanı eksik evler sağ yanında. Zerre gürültü yok içlerinde. Bir şen şakrak kahkaha, bir ağlama sesi dahi duyamıyorsun. Yürüyüp gidiyorsun güneşi alıp koynuna. Damağın kurumuş, dudakların çatlak. Bir su sesi lazım sana, hem de şarıl şarıl. Kapıları olmayan evlere vuruyorsun kendini. Duvarları yumrukluyorsun. Hâlin bitap! Sonunda su veren de yok, olmayan kapıyı açıp söven de.


Güneş batarken, aslında hiç aydınlanmamış olduğunu anlar gibi sokakların, ağzında küfürler, fener oluyorsun dibi görünmeyen kuyulara. Yorgun bedenin karışmış atmosfere çoktan. Artık bilinmezliklerde kuyu aydınlatan fenersin. Kayanın birisine yaslıyorsun sırtını. Bir türküye başlıyorsun yüksek sesle. Tek gördüğün ağzından çıkan buhar ve karanlık bir orman. Kimse de yok ya, başlıyorsun bağıra bağıra söylemeye: "Arabaya taş koydum ben bu yola baş koydum. Seni gelecek diye bir yanımı boş koydum..." Yine kareler geçiyor gözünün önünden, bir gülüşü görüyorsun, bir kokuyu alıyorsun. Bir de bakmışsın gözünde yaşlar. Damlayan hayaller, umutlar, eriyip giden bir yaşam...


Sabah olmuş kayanın dibine. Elinde fesleğen tohumları. Güneş doğmuş. Hafif bir rüzgar eşliğinde doğruluyorsun yerinden. Derken kırlangıç sürüsünü görüyorsun yeniden. Bu kez hepsi yere inmiş. Ne uçanı var, ne kaçanı. Hepsi yanında, yanıbaşında gezinip duruyorlar. Umursamıyorlar insan olduğunu. Üstüne çıkıp yürüyorlar, korkmuyorlar senden. Nasıl da hoşuna gidiyor! Gözlerin doluyor yeniden. Sevginin ağırlığı basıyor üzerine. Kuşları seviyorsun; denizleri, dağları, taşları sevdiğin gibi. Sonra oracıkta bulduğun sevgini kuşlarla bırakıp, ceketini alıyor ve gidiyorsun yoluna. Evvelden gidenlerin, bilinmeyenlerin ardı sıra...


Temmuz 2007

10 Temmuz 2009 Cuma

Bir Müddet Yalnızca Canlı Olmak


Bir süre yalnızca canlı olmak gerek.

Evet isteseniz de Komodor Ejderi olamazsınız zaten, insan olacağız yine.

Yaşam gailesini yenilemek, organizmanızı arındırmak için bazen yalnızca bunu yapmak gerek. Belki bir gün, belki bir ay.

Uyan, duş al, yemek ye, doğanın seslerini dinle, kokla, işe, uyu, yemek ye, gül, koş, düş, kalk, yat. İşte hepsi bu. Şöyle şehirlerden uzak, insanlardan münezzeh bir yerlerde. Olmadı bütün o kalabalığın içinde umursamazca. Başka türlü olmayacak. İnsan başka türlü bazen yalnızca biyolojik bir varlık olmaktan ibaret olduğunu anlayamayacak. Dağ mı var, tırman. Orman mı var, keşfet. Yol mu var, yürü. Su mu var, gir. Ova mı var, koş! Ve her bir parçasını, soluk soluk, sicim sicim hisset. Duy, kokla, gör, dokun, tat. Yaşa kısacası. Hiçbir şeyi sormadan, hiçbir soruya yanıt vermeden. Yoksa arınamayacaksın. Aynanın karşısına geçip baktığında, gördüğün şey kendin olsun istiyorsan yap bunları.

Ve sakın unutma, sinirlerden, kaslardan, etten ve kemikten oluşuyorsun. Kan geziniyor damarlarında. Düştüğünde bacağın morarıyor, elini kestiğinde kan boşalıyor. Sen bir canlısın. Evet bir Komodor Ejderi değil, zaten bütün bunları yapmak için, illa Endonezya'ya has bir hayvan olman gerekmiyor. Unutma, etten ve kemikten oluşuyorsun. Çarpan kalbin bir gün durabilir, ve ölebilirsin. O zaman yalnızca çürüyen bir beden olacaksın.