Yöneticilik, oldukça dikkat ve beceri gerektiren bir iştir. Maalesef bizde çoğunlukla "idarecilik" ve "muhbirlikle" karistiriliyor. Yonetici, calisanlarin koordinasyonunu saglamakla mukelleftir ve onlari her daim korumaya calisir. Cunku bir kurumun yuku calisanlar tarafindan tasinir ve onlara yol gostermek, onlari bir arada tutabilmek icin gerekli sartlarin hazirlanmasi gerekmektedir.
Yonetici, en zor durumlarda bile sorumluluk alarak yukarida anlatilani yapabilen kisiye denir. Bu noktada sevgili Metin hocamin kulaklarini cinlatmak isterim. Bugune kadar tanidigim en harika amirlerden birisiydi. En acil uyarilari bile inanilmaz bir nezaketle yapar ve calisma arkadaslarina harika ornek olurdu. Bir de "Yonetemeyenler Kulubu" var tabi. Herhangi bir yonetme kabiliyetleri bulunmadigindan ellerinde olan zavalli yontemleri kullanirlar.
Bunlarin ilki "idareciliktir" yani zor zamanlarda bir şeyleri "idare" etmek yontemiyle kotarmaya calismak. Bunu yaparken de karsi tarafi konusturmadan surekli konusarak size mevcut durumu kabul ettirmeye calisirlar. Siz cevap veremeden coktan konunun ana eksenini degistirmis, demagojik yaklasimlariyla aslinda mevcut konuyla ilgisi olmayan bir eksene sizi cekmeyi basarmislardir. Sam Horn'un meşhur "Tongue Fu" kitabini okuyanlar ne demek istedigimi daha iyi anlayacaklardir. İdare-yi maslahat ederler yani... Şair Eşref'in ruhu şad olsun, bir gun gelir: "İdare gider, maslahat elde kalır." O zaman da o kurum ayvayi yer.
Ikinci yontem yerine gore en cok ise yarayanidir: "Yalakalik". Mumkun mertebede Ust amirlerin ilgi alanlari ve defolari gayet iyi ezber edilir. Bu cercevede herkese nabza gore serbet verilerek seviye seviye yalakalik yapilir. Boylece egolar hos tutulur. E o kadar sivazdan sonra zaten senin de egonu biraz hos tutmana musaade edilir. Yalakalik sirasinda soz konusu yonetici ust amirlerine surekli bir seyler fisildamayi, baskalari hakkinda ustlerini ince ince islemeyi de ihmal etmez. Yalakalik ve dezenformasyon birlikte yapildiginda, bunlara maruz kalan ust yonetici icin karsi koymasi zor bir algi manipülasyonu olusmus olur.
Ucuncu olarak soz konusu yonetici surekli birilerinin ayagini kaydirmaya ve onlari gozden dusurmeye calisir. Iyi bir yoneticinin yapmasi gereken acik kapatmak iken, kotu yonetici muhbir ruhuna ve zavalli karakterine uygun olarak surekli acik arar ve bu aciklari koz olarak kullanir.
Dorduncu yontem ise calisanlara sahte ovgu mesajlari vermektir. Sık sık calisanlarin ruhunu oksamak, onlari kalabalik icinde sozum ona onore etmek gibi gosterilerde bulunurlar. Bunu yapmalarinin altindaki temel sebep, calisanlarin kendilerine karsi vefa borcu hissetmesini saglayarak gazlarini almak ve olasi bir anlasmazlikta yanina cekmek psikolojisidir.
Besinci yontem ise acikca suclamak ve sorumluluk yikmaya calismaktir. Gercek bir yonetici kriz durumlarinda ikazini nazikce yaparak sorumluluk ustlenirken, bahsettigim sahte yoneticiler sorumlulugu derhal olayla en yakindan iliskilendirdikleri kisiye yikarlar. Bu an, koseye sikistiklari andir ve foyalari mutlaka bu anlarda ortaya cikacaktir.
Unutmayiniz ki boyle insanlar her zaman hayatinizda olabilirler. Her zaman onlardan uzak bulamayabilirsiniz kendinizi. Yapmaniz gereken isinizi yapmaktir. Ancak tek bir farkla. Vakti geldiginde, ayaginizi kaydirmak isteyen yoneticiye haddini bildirmek icin en basindan sonuna kadar her seyi not almalisiniz. Her foyasini, her falsosunu, her yanlisini not alin. Size saldirmak icin ust duzey yoneticilerden kurulu bir ortam buldugunda, son hamlenin kendisi tarafindan yapilacagini sanmasina izin verin. Sonra da sakince ancak kesin bir uslupla saplayin kendi yarattigi zehirli hancerleri yine bizzat kendisine.
Sevgiyle kaliniz.
7 Nisan 2018 Cumartesi
18 Mart 2018 Pazar
Gerçeği geçmişte aramak mı? Efsaneleri Tarihe yamamak mı?
Bizler, kendi tarihimizi ele alırken, gerçekleri efsanevi bir dille anlatmak yerine, efsaneleri gerçekmiş gibi anlatma yanlışına düşüyoruz. Bu nüans, geçmişimizle olan gerçeklik bağımızı kopardığı gibi, tarihimize de ihanet etmek anlamına geliyor, ancak bu önemli hususu ıskalıyoruz.
Olmayan şeyleri olmuş gibi anlatmak, gerçekleri birbirine karıştırıp yeni bir efsane yaratmak yanlış bir yoldur. Eğer milli hisler uyandırılmak, geçmişle bağımız sağlam tutulmak isteniyorsa, yapılması gereken şey gerçeklerin efsanevi bir dille anlatılması olabilir. Ancak gelgelelim ki olmayan şeylerin, yani "efsanelerin" bizlere gerçek bir tarih gibi anlatılması faciadır. Hem bizi realiteden koparır, hem de toplumsal belleğimizi karmakarışık bir hale sokup, bu noktadan hareketle tarihi ve efsaneleri politik amaçları için kullanmak isteyenlere malzeme verir.
Bu bağlamda gündemi iyi okumak gerektir. Çünkü tüm bunlar yarı bilgisizlik ya da cehaletten kaynaklanıyor gibi görünse de, esasen planlı bir propagandanın altyapısını oluşturmaya hizmet ediyor olabilir.
Bu perspektiften baktığımızda Çanakkale Savaşları önemli bir örnektir.
Bu savaşta verdiğimiz şehit sayısının 250.000, karşı tarafın verdiği ölümlerinin de 252.000 olduğu söylenir. Ancak bu doğru değildir. "Kayıpların" tamamı ölüm olarak anlaşıldığından bu problemle karşılaşıyoruz. Her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği doğrudur. Ancak Genelkurmay'ın verileri "57.263" şehidi işaret ediyor. Uluslararası kaynaklar da genel olarak Edward J. Erickson'un "Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War" kitabına referans göstererek Türk tarafının şehit sayısını "56.643" olarak gösteriyorlar. Esasen bir savaştaki "zayiat" yalnızca ölümlerden oluşmuyor. Ölümlere ek olarak, hastalık, yaralanma ve uzuv kopma, sakatlık, kayıp v.b. gibi sebeplerden dolayı "savaş dışı" kalanların sayısı Türk tarafında 290.000, Müttefik Kuvvetler tarafında ise yaklaşık 302.000 kişi. Bu da abartılı "ölüm" rakamlarının neyle karıştırıldığına dair bir ipucu verebilir.
Aslında ıskaladığımız bir diğer nokta da savaşlarda ölen insanların, 20. yy'ın ilk yarısının sonuna kadar çoğunlukla aldıkları yaralardan değil, hastalıklar sebebiyle oluşudur. Özellikle 1. Dünya Savaşı buna güzel bir örnektir. Çanakkale Savaşlarında her iki taraftan da hastalık nedeniyle savaş dışı kalıp cepheden geri çekilen askerlerin sayısı 180.000'i geçmektedir. Bunların ne kadarının daha sonra kaldıkları hastanelerde ya da sahra çadırlarında yaşamlarını kaybettiği bilinmemektedir. Bunların haricinde her iki taraftan salgın hastalık sonucu ölenlerin sayısı 25.000 civarında olup bunun da çoğu Türk tarafındandır.
İnternette "Çanakkale Yemek Listesi" olarak dolanan ve askerlerimizin kimi öğünlerde hiç yemedikleri kimi öğünlerde sadece yarım istihkak yedikleri söylenmekte ve yazılmaktadır. Bu listenin aslı öncelikle "1917" yılına ait bir şekilde dolaşıma sokulmuştu. Hatta askerlik yaptığım birliğin yemekhanesinde bile 1917 tarihi ile birlikte dev bir görseli vardı. Ancak son zamanlarda 1915 yılı halinde güncelenip görsellerinin her yerde paylaşıldığını görüyorum. 1917 senesi, Çanakkale Savaşlarından 2 sene sonrasını işaret etmektedir.
1915 yılında Çanakkale Cephesindeki ordumuz gayet düzenli ve iyi beslenmektedir. Hiçbir şekilde hiçbir yemek veya öğün sorunuyla karşılaşmamışlardır. İkmal başarılı ve gıda boldur. Söz konusu listenin başka bir cepheye, muhtemel bir muhasara ya da ikmal yollarının zorluğu sebebiyle sıkıntı çekilen bir yere ait olması fikri akla daha yatkındır. 1917 denildiğine göre yıl ve coğrafya bileşkesi olarak Irak cephesinde bunun görülmüş olabileceği ihtimal dahilinde olup, söz konusu bilginin gerçekliği dahi şüphelidir.
Bu kadar uzun laftan sonra, daha sayısız örnek verebiliriz. Şu an sosyal medyanın Gündemi haliyle Çanakkale.Bu yüzden şimdilik bununla yetinelim. Gerçek yaralarımızı ve zaferlerimizi, safsata ve ajitasyonlarla kirletiyoruz. Bu sebeple sanıyorum başa dönmekte fayda var. Efsanelerle gerçekleri karıştırmamalıyız. Bize gerçek olmayan efsaneler hiç mi hiç lazım değil.
Safsatalarla kirletilmeye gerek duyulmaması gereken tarihimizi belki de en çok onu öveceğim diye sahteleştiren hurafelerden korumalıyız. Bu çizgiyi koymayı başarırsak, gerçek bir şuur oluşturabiliriz. Yoksa heyulalar denizinde boğulur dururuz sürekli.
1 Ocak 2018 Pazartesi
Çocukluğun Uzak Ülkesi ve Kimlikler Üzerine
Çocukluğumun radyo, televizyon ve gazete haberlerinin evimizde yarattigi o essiz endise, huzun ve umut yankilarini anlatmak isterim. Cocuk hafizasi ozeldir. Hicbir zihnin animsayamayacagi seyleri kazir kafasina. O uzaktaki ulkenin Rus Devleti tarafindan isgali... Iste her sey boyle baslamisti. Kafkasya neresiydi? Haritada nereye duserdi? Ezberledigim Avrupa baskentleri arasinda Grozni neden yoktu? Peki Rusya bizden ne istiyordu? Biz kimdik? O uzaktaki ulke bizimse ve Daymohk dedikleri yer bizim Ata-vatanimizsa biz neden buradaydik? Peki ben neden Turkce konusup Turkce ruyalar goruyordum? Turkcemi seviyordum. Ataturk'u seviyordum, Turkiye sevgisini ogreten de bana babamdi. Annemdi. O halde bu Çeçenlik de neyin nesiydi?
Bu bir kimlik bunalimiydi suphesiz. Ustelik 7 yas, bu bunalim icin hic de uygun degildi. Halbuki yaz ne guzel gecmisti. Balkonun o muhtesem serinliginde yenilen, Gumulcineli annenin gocmen usulu salcasinin, ekmekle dansi... (Tabi bir de Yunanistan'dan kacip gelen bir baska dedenin Rumeli hikayesi var! Oldu mu sana 3 kimlik bunalimi birden!) Salcali ekmek yenirken izlenen Dunya Kupasi maclari ve ezberlenen takim kadrolari. Stoichkov'dan Bebeto'ya ve canli kanli izlenen Maradona'dan Baggio'nun kacirdigi penaltiya kadar her sey ne kadar da guzeldi... Kis geldi ve nereden cikti bu Cecenistan Savasi simdi?
Biz Cecenmisiz. Aslinda Ingusmus dedemiz ama herkes Cecence konusuyor ve Cecenlikten bahsediyor. Bunun da daha sonra baskaca bir kimlik karmasasi oldugunu anlamam vakit aldi tabi ama, o ayri bir hikayenin konusu. Cocukluguma donecek olursak, acikcasi cabuk benimsedim bu kulturel kodu. Daha once de duyuyordum ama ilk defa savas neden olmustu bu sakli kimligimi kesfime. Ilkokul ikinci sinifta ogretmenime gidip soyle demistim: "Biliyor musunuz? Cecencede ekmege beepığ denir ve biz savasi kazanacagiz!"
Savas ve ekmek. Ikincisinin Cecencesi, ogrendigim ilk kelimeydi. Ogretmenime bilmislik taslamak icin bir neden! Ilki ise benim icin bir kahramanlik oykusu. Sanki Nart destanlarinin 20.yy versiyonunu yasiyordum. Cunku uzaklardan gelen bazi buyuklerimiz bize isin "korku" kismindan bahsetmemislerdi. Cecenler korkmaz, savasa dugune gider gibi giderlermis. Oyle soylemislerdi. Hic unutmadim bu analojiyi; savas ve dugun.
Her sabah ve aksam, savastan gelen haberler takip edilirdi. Tabi ki o zamanlar internet yok. Ve mevcut kaynaklar gazeteler, radyo ve televizyon. Belki daha genc arkadaslarim animsamazlar ama parti liderlerinin, iktidarindan muhalefetine kadar televizyonlarda acik oturumlara katilip, nezaket kurallarini asmadan tartisabildikleri yillar. Basin ozgurlugu, gunumuzden daha iyi bir yerde. Mizah dergileri, Demirel'i kocaman bir g.t seklinde cizebiliyor ve inanin kimse yargilanmiyor!
Pazar yeri bombalanmis, cocuklar ölmus. Yuregi sizlayan gozler ve babamin ettigi kizgin kufurler. Nereden esti hatirlamiyorum, ancak savasa gidilmekten bahsediliyor. Annemin agladigini hatirliyorum, babam ve amcalarim savasa gidecek diye. Duymus ve iste o zaman Cecenligime "ihanet" ederek korkmustum. Saklamaya calisarak tabi ki. Dudayev'i televizyonda ne zaman gorsek, icimizi bir kipirti kapliyor. Kazaniyoruz savasi oyle gorunuyor. Bir avucuz ve bir imkansizi basariyoruz. Televizyonda bir Rus tankini ele gecirip Cecen bayragiyla dolasan savascilarin goruntusu var. Benim cocuk zihnimde "Zafer", iste o kareyle butunlesik. Zulum ise, paramparca edilmis Cumhurbaskanligi Sarayi ve harap binalarla bir aklimda.
Sonra Dudayev'i vuruyorlar. O huznu tarif edemem. Tanimadigim ince biyikli bir adam icin cok uzuldu cocuk yuregim. Cok garip bir his. Bugun bile o histen izler var duygularimda.
Yillar geldi ve gecti. Nart destanlari insanlik dramina, kahramanlik oykuleri trajik hikayelere dondu. Elimizde yurtseverlerin 94'ten bugune hikayeleri, anilari, ulkuleri kaldi. Kimlikler peki? Cocukken daha mi kolaydi sanki cozmek bu isi? Ozgur yarinlari umut etmek kaldi bir de. Insanlik icin. Umut etmeyi yitirmedik iste. Herhalde hala yasatan budur hepimizi. Yazmak istedim butun bunlari. Sadece anlatmis olmak icin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)